31 Ekim 2015 Cumartesi

Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom



Ne saçmalıyor bu kız, başlık anlaşılmaz, sola koyduğu fotoğraf da film afişine benziyor ama tam çıkaramadım dediğinizi duyar gibiyim. Evet soldaki Kim Ki-Duk'un ''İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar'' filmi. Film değil meditasyon için yaratılmış bir görsel şölen mübarek. Dağların arasında oluşmuş bir göl ortasındaki tapınakta geçen bu filmi iki şekilde izleyebilirsiniz: sadece görüntüleri özümseyip mevsim geçişleri arasında kendinizi kaybetmek suretiyle ya da biraz kafa patlatıp sembolleri okumaya çalışarak. Ben ikincisini yapmaya çalıştım elimden geldiğince. Dikkat : bundan sonrası spoiler içerir, naçizane önerim izleyip okumanızdır.

İsminden anlaşılabileceği üzere filmi 5 parçada değerlendirebiliriz. Hatta bu 5 parçanın 4 parçasını hayatlarımızın dönemleri ve bu dönemlerde edindiğimiz tecrübelerle de birebir bağlantılandırabiliriz. Çocukluk, ergenlik, olgunluk ve yaşlılık. 5. devre yine çocukluk olup, sürekli bir devinimi ifade ettiği için yorumumu bu şekilde yaptım. Her yeni bölüm başlangıcında gölün bir kenarındaki ahşap kapılar açılıyor ve yönetmen bizi yeni mevsime adeta davet ediyor. Diyaloglara pek yer verilmemesi ise düşünmeniz için sizi teşvik ediyor. 

Tek tek mevsimleri/dönemleri değerlendirecek olursam:



İlkbahar : 

Bu bölümün en etkileyici sahnesi sağda görünen bence. Küçük bir öğrencinin keşişin yanındaki eğitimine şahit oluyoruz. Çocukken hepimizin yaptığı sadistlikleri ve acımasızlıkları bu karakter de çeşitli hayvanlara ip bağlamak suretiyle gerçekleştiriyor. Bunu gözlemleyen keşiş ise çareyi yandaki gibi çocuğa kocaman bir taş bağlamakta buluyor. Bu verdiğin zararın bedelini her zaman kalbinde ağır bir taş olarak taşıyacaksın diyor. Geniş anlamda değerlendirecek olursam küçük yaşlarımızda -hatta anne karnından başlayarak - gözlemlediğimiz ve yaşadığımız her şey bizde farkettirmeden derin yaralar bırakıyor. Freud bunu oral, anal dönem gibi ayırıp bizim sorunlu geçen ve etkisinden kurtulamadığımız dönemimizin geleceğe yeme bozukluklarından tutun da cinsel yaşamdaki aşırılıklara kadar bağlıyor. Kendisine bazı bakımlardan hak veriyorum. Ama büyüme evresini daha basite indirdiğimizde bu dönemde bizi şekillendiren en önemli bireyler anne ve babalarımız (ya da o roldeki diğer kişiler). Belki ergenliğimiz geçene kadar kabullenemesek de olgunluk dönemimizde o kişilere ve açtıkları yaraların travmalarıyla şekillenen bireyler oluyoruz ve hatta anne/babamıza benzeyen kişilerle evleniyoruz. Tıpkı ilkbaharda doğanın uyanması gelişmesi ve serpilmesi gibi bizlerde ailelerimizin attığı tohumların ve bakımlarının meyveleri oluyoruz.Aslında doğayla iç içe olup gözlemleyerek ne kadar fazla şey öğrenebileceğimizi farkediyorum bende filmin bu bölümünde.

Yaz :
Geldik favori mevsimime. İlkbaharda izlediğimiz çocuk serpilmiş, 16-17 yaşlarında bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Tabi bu yaşlarda ne oluyoruz? Huysuz, mutsuz, tatmin olmayan, isyankar ve aşık ergenovskiler. Aynen genç keşişin olduğu gibi. Hormonların kulaklarından fışkırmasına istinaden belki de gördüğü ilk, tapınağa sağlık bulmak için gelen dişiye aşık oluyor. Aşık olmakla da kalmıyor, kurlar yaparak kendine çekiyor ve cinsel münasebetlerde bulunuyorlar. Tabi bir keşiş olarak bu kendisine yasak. Bunu keşfeden master keşiş de kızı, ''hadi sen iyileştin artık dön evine'' diyip kovuyor. Kanımca bu bölümde gençlik ve umursamazlık teması işlendiğinden derin anlam çıkarılacak pek sembol yok. Varsa da ben anlamadım (n_n) 

Sonbahar :

Gelelim keşişin 30'lu yaşlarına. Aşık olup peşinden gittiği kadın kendisini aldatmış ve intikamı cinayette bulup tapınağa geri gelmiştir. İçindeki öfkeyle sürekli bağırıp çağırmaktadır. Bizlerde biraz fevri oluyoruz bence o yaşlarda. Artık ne istediğimizi bildiğimizden o hedeflere ulaşmak için karşılaştığımız engellerle savaşmaya daha çok önem veriyoruz. Kırılıyor, üzülüyor ve daha ciddi hatalar yapmaya başlıyoruz. Haksızlıklar ve hırslar karşısında boyun eğmemizin beklendiği ama aksine sabırla karşı gelmemiz gereken bir dönem bu. Master keşiş de buna vurgu yapmak isteyerek solda görmüş olduğunuz kanjileri yere boyayla çiziyor ve 30'lu yaşlardaki keşişin de bu kanjileri tek tek kazımasını istiyor. Kazırken de yaptığı hataları düşünüp ders çıkarmasını. Sabaha kadar elleri kanayarak tabana çizilmiş onlarca kanjiyi kazır ve onu götürmeye gelmiş iki polisle beraber cezasını çekmek için bir kez daha tapınağı terk eder. 



Kış :

Yıllar yılları kovalamış master keşiş yakarak kendini öldürmüş, keşiş ise yuvaya dönmeye karar vermiştir. Tapınak donmuş gölün ortasında kalmıştır. Cezasını çekmiş ve dinginliğe ulaşmış keşiş kendini meditasyona ve dövüş sanatına adamaktadır. Artık dünyevi zevklerden elini eteğini çekmiştir. Burada sembolizme çok kasmamıştır yönetmen, kör gözüme parmak stayla kullanılmıştır. Tıpkı karın rengi gibi, beyaz saflığa ulaşmaya çalışmaktadır. Yine de çocukluğundan itibaren taşıdığı büyük taştan kurtulamamış, hatta yıllar içinde biriken hatalarla o taş bir kayaya dönüşmüştür. İlkbahar bölümünde izlediğimiz şekilde, bir kayayı iple kendine bağlamak suretiyle çekmeye çalıştığı bir sahneyi de tekrar görüyoruz. Bu arada tapınağa gelen bir kadın bebeğini bırakıp kaçmaya çalışırken buzlu suya gömülüp hakkın rahmetine kavuşunca döngü tamamlanıyor. Keşişin de yetiştirebileceği küçük bir keşiş ayağına gelmiş oluyor. Beyaza yani saflığa ulaşma çabası gerçekten de yaşlılığımızdaki birincil hedef değil mi? Dinle, meditasyonla, bağış yaparak ya da diğer yollarla çocuk saflığımızı geri kazanmaya çalışıyoruz. Aynen bu bölümde vurgulandığı gibi..

..ve İlkbahar :

Ve çember kapanıyor, başlangıçta gördüğümüz sahnenin benzerini tekrar görüyoruz. Bebek büyüyor ve keşişlik eğitimi görüyor. Fakat hayvanlara yine zulmeden bir sadist var karşımızda. Demekki neymiş, insan olarak bazı davranışları genlerimizde taşıyoruz ve hepimiz aynı yollardan geçmeden anlayamıyor, öğrenemiyoruz. 




16 Eylül 2015 Çarşamba

14.09.2015

düşünmek fayda etmez 
üzülsem de fark etmez 
gidenler geri dönmez,herkes gider zaten 
kalırım kendimle 

ağlasam,acım dinmez 
gülsem içim sevinmez 
yaşanmadan bilinmez,geçmek gerek bazen 
dikenli menzilden

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Niemand war schon immer da (*)

(*) Hiç kimse her zaman burada değildi.

Yukarıdaki kadar anlamlı ve kapsayıcı cümle azdır bence. Hiç kimse ama hiç kimse insanlık tarihinin başından beri şuanda bulunduğu yerde değildi ve gelecekte de olmayacak.
Bu video (https://www.youtube.com/watch?v=4pKMV6e5kEo) her ne kadar günümüz İsrail toprakları için hazırlanmış olsa da, bence pek çok vatan (!) parçasına uygulanabilir. Kendimi yazarak ifade edip düşüncelerimi bir akışa sokabiliyorum. Bu yüzden de bu yazıyı yazmak istedim.

Türkiye'de terör olayları tekrar hortladığında alevlenen tartışmaları yine yaşanmakta. Hükümette bulunan politikacılar, PKK liderleri ve uzantılarının isimleri değişse de senaryo hep aynı. Çözüm süreci lakırdısı son dönemdeki uzlaşma çalışmalarına yeni bir boyut getirmiş olsa da, buzdolabına kaldırılması durdurulamadı. 

Tabii çevremdeki tartışmalardan bende çok konuşmaya katılmasam da payıma düşeni alıyor ve derin düşüncelere gark ediyorum. Örneğim yanımda iki gündür dönen bir tartışma, bir kişinin diğerini 'bak pkk için gerilla kelimesini kullandın, doğru değil kullanma' demesine cevaben, ''ben tam olarak özgürlük savaşçısı olmadıklarına inanmıyorum'' gibi bir cümle sarfetmesiyle alevlendi. Onlar sadece Kürt hakları için savaşan bir grup insan değil, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan, köyleri basan uluslararası bir suç örgütü aslında diyerek cevap verdi karşıdaki. Diğeri de her zamanki genel argümanı ortaya koydu, ''ben pkk'yı terör örgütü olarak algılamakla beraber Kürt hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını savunuyorum.'' Cevap yine başka bir klişe olan 'tüm Kürtler terörist değil tabiki bunu söyleyemem, benim Kürt arkadaşlarım, tanıdıklarım var'...oldu.  Doğu'da yaşamamış orayı deneyimlememiş batıdaki insanların yorum yapmaya bile hakkının olmaması ortaya atılan başka bir savdı. Bilmiyorum buna alınan olur mu ama bence bu kısır tartışmalar aşağıda kaynamakta olan derin bir bataklık üzerine konan bir toz tanesini konuşmak gibi. Sorun o kadar derinde ve kemikleşmiş ki zamanında Kürtler fırsatını bulup bir devlet kurmuş olsalardı belki de şimdi bir Türk sorunundan bahsedilecekti. Nerede ne zaman ve nasıl bir aileye doğacağınız tamamen tesadüfken -en azından ben öyle inanıyorum- kendini bu kadar milliyet etiketiyle ifade etmek bana en kibar tabiriyle sığ geliyor. Seni sen yapan amaçların ve hayallerin, sana senin dışında doğuştan yapıştırılmaya çalışılan etiketler değil. 

Hatta bu etiketler bana daha ilkokulda saçma gelmişti. Yine millet üzerinden bir örnek vermem gerekirse, ilkokul 1'de fişlerden okumayı sökmeye çalıştığımızda ilk öğretilen kalıplardan biri 'Ben Türk'üm' olmuştu, yıllar sonra ziyarete gittiğim öğretmenimin yıllarca unutamadığı cümleyi söylemişim: 'öğretmenim ben Türk değilim, bu cümleyi okumasam / yazmasam olur mu?' O an küçük çapta bir south park sessizliği yaratmışım sınıfta. Öğretmenim de pek anlam verememiş bu tepkime ve benim kim olduğumu araştırıp yarı Alman olduğumu öğrenmiş. Girebileceğim iki kalıbı da reddetmiş ve milletsiz olmayı kendime yakıştırmışım taa 7 yaşımdayken. İnsan 7'sinde ne ise 27'sinde de o oluyormuş azizim. (doğum günümden beri ilk kez 27 yaşında olduğumu ifade ettim, vay anasını YİR-Mİ YE-Dİ YA-ŞIM-DA-YIM) Fikrim, zikrim, kalbim hepsi aynı şeyi ifade ediyor ve o kalıba girmeyi reddediyor.

Hep duyduğum başka bir klişe ise kişinin kendi milletinin farkına yabancı bir ülkeye gittiğinde daha çok farkına varması. Benim bir yıllık İngiltere maceramda tabii adımdan sonra sorulan ilk şey milletim oluyordu. Bende Türkiye'de yaşadığımı ama iki millete mensup olduğumu ifade ediyordum. Bundan ilham alan bazı arkadaşlarım bana Gerkish (German + Turkish) demeye bile başlamışlardı. Kimisi bir tarafın Ermeni soykırımı yaparken diğer tarafında Yahudileri katletmiş hihohihi diye espriler patlamayı da ihmal etmedi. Sonuç itibariyle yaptığım Türk yemeklerini tattılar, büyüdüğüm ülkenin tarihini ve şartlarını dilim döndüğünce ifade etmeye çalıştım. Ama bunları bir gururdan çok bilgi paylaşımı olarak gördüğümü de düşünüyorum. 

Peki bu konuları tartışmayıp ne yapacağız, bırakalım da sadece silahlar mı konuşsun? Bunu savunamam hiç bir şekilde, ama kısır tartışmalarla da bir yere varabileceğimizi sanmıyorum. Global dünyamızda bu tartışmaların da globalleşip sorunun köküne inip bir şeyleri gerçekten işe yarar somut çözümlere yol açmasını diliyorum. 

Sevgiyle kalın..


27 Haziran 2015 Cumartesi

Sosyal Medya'da Ölmek Güzel (!)

Hatırlar mısınız bilmem, Mehmet Pişkin'in intihar videosu dolaşıyordu bir süre.

''Hayatımın geri kalanına devam etmek üzere herhangi bir istek duymuyorum.'' diyen ve bu videonun üstüne intihar eden şahıs kendisi. Bu da sözü geçen videosu : http://www.izlesene.com/video/mehmet-piskinin-intihar-videosu/7825852

Beynin intihar kararını nasıl aldığına dair pek çok şey yazıldı çizildi araştırıldı. Vücudun her bir hücresi seni hayatta tutmak için çaba harcarken, sen nasıl özgür iradenle (intihar kararının böyle verildiğini varsayacağım bu yazıda) nefes almanı, kalbinin atmasını durdurabiliyorsun? Hatta bunu daha da ileri götürüp sadece ailene / arkadaşlarına CD yoluyla verebileceğin mesajları herkese açık bir platformda paylaşırsın? Zaten o videoyu yüklemesen bir istatistik olarak kalıp kimsenin hafızasına ismini (en azından bir hafta kadar) kazımayacaktın, adına ekşi başlığı açılmayacaktı, haberlere çıkmayacaktın. Evet sevgili Mehmet neydi amacın? Ünlenmek miydi, sen öldükten sonra hakkında film ve kitap yazılması mı? Çok sanmıyorum, böyle bir amacı olsa sanıyorum ki bir süre ortadan kaybolur sonra olay soğumadan ortaya çıkardın. 

Belki de bir tartışma yaratmak istedin? Bana bu blog yazısını yazdırarak bile bunu başardın bence. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla. 'Ey fütursuzca, hayalsizce hayatını idame etmeye çalışan Türk genci silkin ve kendine gel' vermeye çalıştığın mesaj olabilir mi? Eğer öyleyse gerçekten takdirimi kazanmış olabilirsin. Çünkü çevremde gerçekten böyle çok insan var. Okuduğum haberlerden ve değerlendirmelerden bunun aslında dünya çapında bir salgın olduğunu da farkediyorum. Burger King'te hamburger köftesi kızartmak için üniversiteye gidenler ordusu diye bir gerçek var. Genel bir bıkmışlık hali, sürekli çeşitli sosyal medya kanallarından başka insanların hayatına özenen / başkalarını kendine özendirmeye çalışan 1000'lerce insan. Ne kadar eğlendiğimi göstermeliyim, gel buraya insanlara ne kadar mutlu olduğumuzu gösterelim, en güzel tatili ben yapıyorum hey yavrum hey... Aslında ne kadar mutluyuz? O 5 saniyelik fotoğraf çekimi sonrasında da gülmeye, eğlenmeye devam ediyor muyuz yoksa elimizde telefonla kimlerin fotoğrafımızı yorumlayıp beğendiğini mi takip ediyoruz? Bunlardan mı bıktın hayatını sonlandırırken? Çünkü videonda verdiğin mesaj, iyi bir işin, güzel sevgililerin olduğu ve (her ne kadar anne-babandan bahsetmesen de) aileni sevdiğin ama yine de hayatının devamını yaşamaya dair bir motiven olmamasıydı. Ekşi entry'lerden anlaşılan senin gibi hisseden pek çok kişinin olduğuydu. 

Yukarıdaki cümle çok manidar aslında değil mi?

Öyle gerçekten de. Koca bir mutsuzluk ordusu olarak günü kurtarma derdindeyiz. Bu beni etkiliyor mu? Tabii etkiliyor. Her ne kadar hayatımdan memnun olsam da, bende bu halimi sorgulamaya başlıyorum. Aslında mutsuz muyum? Hayattaki amaçlarımdan ne kadar uzağım? Ne istiyorum? Hep bu rutinlikte mi yaşayacağım? Bende aslında tam olarak özel sektörde çalışıyor olmasam da kapitalizmin dişlilerinden biri miyim? Kendimi yeterince geliştiriyor muyum? Çevreme ne kadar yararım / zararım var? Sonra yine hayatın koşturmasına dönerek 30'lu yaşlarıma tüm hızımla yaklaşmaktayım. 



''bana nefes alan bir şeyi sevme hakkı vermediler, ben de "incir reçeli"ni sevdim. incir reçeli sendin...''

Yukarıdaki cümle de mezun olduğum üniversitede kendini yurt odasında asmak suretiyle intihar eden Firuze'ye ait. Burada paylaştığım masum fotoğrafının aksine, intihar ettiği gece facebook'ta değiştirdiği profil fotoğrafı akıllara zarardı. Yurt odasının tuvaletinin aynasından çekilen bu fotoğrafta ürkütücü gülümsemeye papatyalardan yapılmış bir taç ve 'final sahnem' sözcükleri eşlik ediyordu. O tacı takarak, beyaz elbisesini giyerek kendi ölüm sahnesini kurgulayıp bizlerle paylaşmıştı Firuze. Daha sonra kendisinin intihara daha önce de kalkıştığını öğrendim. Kısacası kendisi Mehmet Pişkin'den psikolojik rahatsızlık yönünden ayrılıyordu. Belki de ayrılmıyordu bilmiyorum. Ortak noktaları ikisinin de son anlarını sosyal medyada paylaşma istekleriydi. Farklı şeyler amaçlıyorlardı belki. 

Bugünlük bu kadar.

Mehmet'in dediği gibi Ella Fitzgerald dinlemek için yaşamalı insan..

https://www.youtube.com/watch?v=GGNLLJz4Ajw


26 Mayıs 2015 Salı

İş bulduktan sonra buraları ihmal eden Oye

Merhabalar,

Blog yazmaya beni ne yönlendirdi acaba diye düşündüm bugün. Bunun kaynağı ise bir arkadaşıma evliliğe son dönemdeki olaylardan dolayı değil, kendimi bildim bileli karşı olduğumu kanıtlamak üzere bloğumdaki bir yazıyı örnek vermemdi. (ahanda 15 nisan 2010 tarihli belirtilen yazım )

Sonra son yazılarımı okumaya başladım ve bir isyan & bıkmışlıkla karşılaştım. Sanırım istediğim işi bulduğum için rehavete ermişim, büyük bir sıkıntı yaşayıp yazmaya yönelmemişim yaklaşık geçen ağustostan beri. Yani en güzel romanlar 1. ve 2. Dünya savaşları, büyük buhran vs gibi zamanlar. Şimdi de büyük bir sıkıntı içinde olduğumdan değil de yazın vermiş olduğu bir boşluktan yazıyorum sanırım.

Zira özellikle mart - nisan - mayıs aylarının nasıl geçtiğine dair bir fikrim yok. Çalıştığım kurumun yönlendirme kurulu fahri başkanı Fatih Birol'un IEA icra direktörü olması şerefine mart ayında çırağan'da bir kutlama resepsiyonu gerçekleştirdik. LCV'si, hazırlığı, inspection toplantıları derken baya bir yorucuydu. Baya üst düzey oldu, bakan ve eski c.başkanı geldi. Onun estirdiği hava sonrasında da 6. UA Enerji Forumu'nu gerçekleştirdik. Tabi yine üst düzey konuşmacılar ve katılımcılarla. Velhasıl baya stresli ve yorucu bir dönemi geride bırakıp İsveç modeli çalışma düzenine geçtik a.k.a. 3 gün çalışma 4 gün tatil !!! Tabi şu 3 ayda ertelenen tüm işleri halledebilmek adına baya faydalı oldu. Örneğin uzun zamandır ertelediğim diş hekimine dolgumu gösterme işini bu hafta halledebildi ve haftaya kanal tedavisine gidiyorum :O sonrasında da kaplama olacakmış. Bugün sosyal medyaya sormam sayesinde bulduğum (belki dünyanın en datlu) diş helimiyle tanıştım. Kendisi herhangi bir işlem yapmadan yarım saat kadar beni rahatlatacak şeyler anlattı, resmen öğrencisiymişim gibi. Umarım eli de dili kadar hafiftir :)

Geçen yaz yaptığım Orta Avrupa gezisi ve bu ayın başında bir nişan vesilesiyle gidip gezdiğim Konya'yla ilgili iki yazı yazmak var aklımda. Düzeltmeleri yapacağım kitap bitince galiba, ya da arada sırada küçük notlarımı birleştiririm. Her ikisi de baya ilginç geçen zamanlarımdı. Temmuzda yapacağım Frankfurt - Paris - Antibes - Nice gezisi gelmeden bitireyim hatta. 

Bu yazıda neyi konu alayım peki? İş desem tıkırında gidiyor (thank god) hatta aramadığım halde işe girdiğimden beri yaklaşık 4 - 5 iş teklifi aldım bile. Ama şimdilik Türkiye'deyken bu işimde devam etmek istiyorum. Mesai saatinin geç başlaması, 5 civarı çıkmam, maaşım, patronum, çalışma arkadaşım, iş yerinin lokasyonu ve kendi güzelliği derken şikayet edecek herhangi bir şey yok gibi bir şey. Aslında bunu buraya yazmasam mı diye düşünmüyor değilim. Zira TR insanlarının %80'i işinden memnun değil. Ee %48'in asgari ücret aldığı bir ülkeden bahsediyoruz. Bu istatistikleri verirken geçmişte dönüp okurum diye buraya not düşeyim : yaklaşık 2 hafta sonra MV seçimleri var. Yine akp-chp-mhp partileri mecliste olur diye düşünülürken bir sürpriz de olacak gibi görünüyor. Parti olarak seçimlere girmeye karar veren hdp. Yani dünyadaki kendi sınırları olmayan en büyük azınlık kürtleri temsil eden siyaset biliminde 'single-issue party' olarak bilinen tüm politikaları tek bir temele bağlanan parti. Bu davası onun en büyük silahıdır. Bu davaya inanmış, hayat gayesi yapmış insanları hemen bu parti çatısı altında toplanır ve herhangi başka dişe dokunur bir çözüm / politika / yol üretmemesiyle ilgilenmez. Nitekim bu seçimde de kürtler ekseninde çıkıp azınlıkları merkeze koyup tüm politikalarını bunun üstüne kurmaya devam etmekteler. Tabi aç olan bir insana al sen bu kitabı çözümle demek ne kadar saçmaysa, temel kaygısı özerklik ya da azınlık haklarının arttırılması olan bir partinin birincil ihtiyaçları görmezden gelip ikincil gerekliliklere yönelmesi beklenemezdi. Neyse seçim ne getirir bilinmez. İddialara göre 3500 kişilik bir grup akp'nin seçimden %48 oy alması için uğraşacak. Benim koruyabileceğim tek bir sandık olacak. Umarım insanlar sorumluluklarının farkına varıp vatandaşlık sorumluluğunu yerine getirir, caddebostan'da biralı selfie paylaşmak yerine..
Zaten gelecek 3.5 senede herhangi bir seçim olmayacak.

Of siyaset de şişirdi içimi. Ama bir yandan da GoT beni çağırıyor =)

Haydin hayırlı ve mutlu anlar dilerim.