29 Ekim 2010 Cuma

Kimin Cumhuriyet'i??!

Sabah sabah Oktay Ekşi'nin yazısını okuyup sinirlendim, kendisini şeytan dürtmüş ve yıllardır yayınlanan 30 ağustos, 29 ekim, 23 nisan'larda başbakanımız tarafından yayınlanan bayram mesajlarına göz atmış. Fekat bu işlem çok da uzun sürmemiş zira yayınlananların hepsi "copy-paste-minor montage" şeklindeymiş!Örnek vermek gerekirse;
Önceki yıl (2008’de) kullandığı, “Bu anlamlı günde, kardeş kavgası çıkarmak için beyhude bir çaba içinde olan şer ve nifak odaklarına, aziz milletimizin tek yürek olarak bir kez daha en anlamlı cevabı vereceğine inanıyorum” cümlesinin sadece sonu değişmiş. O nedenle 2009 mesajında, “(...) odaklarına milletçe tek yürek olarak bir kez daha en güzel cevabı veriyoruz” denmiş.
gibi gibi devam ediyor...
Nasıl kızmam buna? Nasıl sadece ekonomik ilerlemeyi (!) göz önüne alıp "ah işte ne güzel de gelişiyoruz meaşşallaahh, 10 yıla kalmaz bölgesel güç oluruz alimallah" diyen insanların yüzüne tükürmek istemem, Kemal Derviş'in 00000 1 ise karakteriniz hikayesine dönüyor!

Sen bu siyasal sistem sayesinde bugün olduğun yerdesin ve tüm bu kadrolaşmaları sağlayıp, gemicikler aldırıp, oğlunu hem hapishaneden hem askerden kaçırabiliyorsun ey kasımpaşalı!

Hele türban (değilllllllll başörtüsü) mevzusuna hiç girmek istemiyorum. Kendimi çok açık görüşlü bir insan olarak bilirim ve herkes de yapmak istediğinde özgürdür sonuna kadar varım. Ancak o örtü benim gözümde kelepçeyle bir. Ben hiç bir kadın düşünemiyorum ki şöyle saçlarını savurmaktan haz duymasın, güzelliğini ortaya koymak istemesin, allasen türbana yapılan büzmeler süslemeler mi bu hazzı tatmin edecek, komik olmayın!




Neyse bu anlamlı günde böyle sinirli yazmak istemezsin, affola...
Her şeye rağmen, belki de inadına, 87 yıl Cumhuriyetimiz nefes alıyor,
kutlu olsun cümlemize!

19 Ekim 2010 Salı

state with garden & fight club tadında dersim

yazmak beni rahatlatıyor ve zihnimi boşaltmama yarıyor, yazmayı seviyorum =)
bugün çamaşırlarımı kurutucuya atmak için beklerken olacak o ya gittim salona televizyonu açtım, öyle zaplarken haber izleyeyim bari dedim ve bir haber kanalını açtım, Sabriş hocamın deyimiyle "state with garden" nam-ı diğer Devlet Bahçeli'nin grup toplantısı konuşmasına denk geldim, Tanrım o nasıl detone bir ses, o kadar yıldır siyasette olmasına rağmen kağıttan okumalar falan, sürekli aynı cümle kalıplarıyla (e.g. imranı canisi, yüce Türk değerleri, askerimiz canımız...) çözüm üretmeyen, üstüne üstün bölen bir siyasi söylem! Aslında bir yerde de bu basitliği hoş görüyorum, yalın bir uslübu ve programı var bu partinin Türk'lüğü üstün gör, terörü her fırsatta lanetle ve siyasete alet et, hükümeti eli kolu bağlı olmakla suçla, AB'ye karşı bir tavırda ol, tamam bu kadar sanırım. Ha yok bir de 120-130 kelimelik bir öz Türkçe dağırcığın ol, permütasyon-kombinasyonu hatmet pişir pişir duruma göre milletin önüne sür, sonra 40. yıl konuşması gibi traji-komik durumları oluştur bizleri güldür =)
Yerinize göz koydum bir melez olarak Değerli Bahçeli haberiniz ola! Sizin gibi bende partimle evli olacağım, özel hayatımla değil zig zag'lı olmayan çizgimle ön planda olacağım sizin gibi (bu parantezi açmasam olmazdı, kendi ailesi-çocuğu neyim olmayan insandan kaliteli siyasetçi olmaz kanımca ama herkesin kendi seçimi tabi) tabi bir bayan olarak bu zor olacak. En iyisi Y.'a nikahı basmak hem kendisi Kafkas kökeninden ve milliyetçi sayılabilecek biri (zira Mesut Özil'i sivri bir dille eleştirmişti ;] ) yani bizim partinin (hemende benimsedim) şartlarına uygun temiz bir Türk evladı! Annemi de Türk vatandaşlığına geçirdik mi mis gibi propaganda aracı işte!
Tabi bunların hepsi latife, mi Dio beni Türk Siyasetinin taşlı/yoluk yollarından korusun, amen.


Gelelim başlığımın ikinci kısmına, bugün gene bir HBK günüydü (kendisinden aldığım 3. ders - sanat analizi: teori ve kritik) simge biliminden bahsettik (semiotics) ve tabiki olay reklamlar ve brain-washed consumers'a geldi kısa zamanda, neden hepimiz aynı markaları alıp aynı görünmeye çalışma çabasından bahsettik. Reklamların bizi nasıl bazen de göstere göstere aptal yerine koyduklarını (Diesel - be stupid) tartıştık. Neden kendimizi pradalarla, rolexlerle çevreleyip belki de modern zaman zırhlarımıza bürünüyoruz? Dış görünümüze aldırmaksızın hayatımızı idame ettiremez miyiz? Kürk giyen kadınlar mesela, -bunu bir yerde okumuştum baya hoşuma gitmişti- kendini korumaya çalışan ya da saldıracak olan hayvanları andırıyorlar, bu hayvancıklar da kendilerini olduklarından büyük göstermek için kürklerini kabartıyorlar, ve insanların da aslında id'lerinde yatan şey bu aslında; kendimi beynimle savunamıyorum bu kürke ihtiyacım var (Ah Nasrettin Hoca ahh, ne haklıymışsın ye "kürk'üm" ye derken, saygılar, sevgiler). Revolver filminin bir sahnesi geldi aklıma, "benden kork ya da bana saygı duy ama lütfen benim özel olduğumu düşün...hepimiz beğenilme müptelasıyız (approval junkies)" izleyenler hatırlayacaklardır.

neden aynılaşmaya çalışıyoruz? farklılıklara olan bu saygısızlığın kaynağı ne?

bu siteyi öneririm  : http://www.bilinclihippiler.com/

14 Ekim 2010 Perşembe

Nedense

...bir yazma kıtlığı yaşıyorum bu günlerde, ya zaten bir bir sürü yazı yazmam gereken bir yıl olacağından (bkz. visual culture, art theory and criticism, foreign policy analysis) savunma mekanizmalarım devreye giriyor ve yazmak istediklerimi aklımda tartışıp yazıya dökmüyorum..
ya da ne bileyim hava değişimi vs beni kronik yorgun bir insan yaptı ve içimden bir şey yapmak gelmiyor...
artık 4. sınıf olmak, 5 yılın nasıl geçtiğini bilememek, cost-benefit analizleri yapmak ve nereye ağırlık vereceğini şaşırmak, pişmanlıklar - kulüplerde bir görünüp sonra devam etmemek vb.- master için ülke-okul seçme, ALES Toefl GRE(?) IELTS(?) gibi test(!) sınavları (tam şu 5 şık işkencesinden kurtulup kendimi akademik dünyanın fikirlere bilgiler kadar önem veren serin sularına atmışken) işkence gibi geliyor!
bir yandan tavsiye almak için gittiğim hocaların ağzından "AMARİKA" dışında bir laf duyamamak, son senemi kafamı 30 ila 55 derece arasında değişen bir açıyla aşağı eğmek suretiyle okumalardan ayıramadan geçirmek...
"an"ı yaşamak mottomdan uzaklaşıp, neyse bahar döneminde daha rahat olurum (herhalde) moduna girmek...
çok iç karartıcı çok
neyse şimdi "it is a visual course, so no need for texts to read" diyip okuma dayayan sevgili BP'nin okumasını yapmak durumundayım =/

NOT: bu aralar twitter'da takılacağım biraz, feysbuk (Her ne kadar "Social Network" filmiyle saygımı kazansa da sevgili Mart Zuckerberg) görüntü kirliliğine dönüştü biraz, gözümü dinlendirmem gerek
adres: http://twitter.com/#!/paradokssa

9 Ekim 2010 Cumartesi

Not: ben yazmadım ama mutlaka okuyun!

ANNEMİN KOFTESİ.! (yiyin..yiyin.. Afiyet olsun..)

Anlaşılan GDO’ dan önce başka bir sürü sorunumuz var.

Değerli dostlar,

Ben inşaat mühendisi olmakla birlikte yaklaşık 18
yıldır yemek sektöründeyim. Yemek Sanayici ve İş
adamları Derneği başkan yardımcısı, Ankara Sanayi
Odası gıda komite üyesiyim.


Bu sürede öğrendiklerimi yazmaya sayfalar yetmez.
Ancak birkaç bilgi aktarırsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Minimum M2 maksimum verim, olay tamamen budur.


"Soya Kıyması" adıyla satılan ürün yağı
alınmış soya küspesidir.

25 Kg torbalarda kg fiyatı 1,5 TL civarındadır.
Kullanırken ılık suyla ıslatılır 1 kg soya kıyması 3 kg su emer.
Yani kullanım fiyatı kg da 50 krş tan aşağı olur.
Gerçek etin 20 TL/kg olduğu yerde tabii ki bunu önce
sermaye kullanır.


Maret, Pınar vs gibi hazır tıp annemin köftesi gibi
köftelerin tamamı soya katkılıdır.
Şirin gözükmesi içinde mix kıyma, soya proteini vs.
gibi farklı isimlerle ambalaj üzerinde yazılmaktadır.
Yani et diye soya küspesi satıp, annemin köftesi gibi
aynen diye reklâm yapıyorlar.

BİTMEDİ: Bu soya zımbırtısı granül veya toz halinde,
beyaz, açık kahve, koyu kahve, kırmızı, yeşil renkleri vardır.
Tadı nötre yakındır.
Cevizle karışıp baklavaya, kıymayla karışıp
köfteye, unla karışıp ekmeğe, keke vs.ye giriyor.


— Marine kuşbaşı diye bir et satılıyor şimdi,
normal kuşbaşı etten ucuz.
Bir özel kimyasal karışım suyla ete emdiriliyor. % 20
su basılıyor ete,böylece fiyatı ucuzluyor.

Ancak bu tuzlar sizin kalp, şeker, tansiyon vs,
rejimlerinize zarar verir mi bilmiyorsunuz.
Yemeğe tuz atmıyorsunuz, ama başka tuzları bilmeden
yiyorsunuz.
Yemek şirketinizin et giriş faturalarında "mix
kıyma" ve " marine kuşbaşı " var mı, bir kontrol edin bakalım.

— PEYNİR ALTI SUYU TOZU: Adı üstünde, peynir
üretiminde kalan su sıcak plakalara püskürtülüyor, buharlaşma sonucu
elde edilen
toz işte. Nerede kullanılıyor?
Peynirli çizi de peynir mi var zannediyorsunuz.

Tüm bisküvit ve kek sektörünün birinci sınıf dolgu
maddesi.
Kg fiyatı 50 krş gibi bişeydi. Yediğiniz bisküvit,
kek, kraker vs paketlerin üzerini bir okuyun bakalım
içinde şeker ve un dışında tanımadığınız kaç kalem malzeme var.


Bir top keki toptancısı 15 krş a satıyor. Anam-babam
usulü un, yumurta ve yağ ile yapsanız 30 krş malzeme maliyeti var,

ambalaj,üretici karı, nakliye ve toptancı karı vs eklenince
nasıl o fiyata satılabiliyor?
Çünkü kek değil kek benzeri kimyasal bir şey alıp
yiyoruz. Paketin üzerini okuyun anlarsınız.

— Bezelyenin kurusu öğütülüp fıstık süsü
verilerek tatlılara konuyor.
— Pul biberin, karabiberin, kimyonun vs, kilosu 5 TL
ye satılan sucuklarda gerçek baharat mı var sanki.
Bazılarında zaten sucuk benzeri ürün yazıyor.

— Bir danadan 25–30 kg sinir çıkıyor.
— 40 derecede dondurup öğütüyor sinir unu
yapıyor sosise basıyorlar.

Şarküteri ürünlerine dikkatli bakın. %100 dana diyor,

dana eti demiyor, anlayın işte.

— Tavukların boyun, taşlık, kanat ucu vs gibi
ticari değeri olmayan her yeri kemikleriyle öğütülerek
"mekanik kıyma " isimli bişi yapılıyor.

Tüm tavuk sucuk ve salamlarında bu var, siz tavukların
göğüs etlerinin kıyma yapıldığını sanıyorsanız
fena yanıldınız.

Bütün bu işler T.C.Tarım ve köy İşleri Bakanlığı
izni ile yapılıyor.
Tamamen ve her yönüyle gıda terörünün cenneti olan
yurdumuzda izinle bunlar yapılırken siz varın kaçak yapılanları
düşünün,

Bütün ekmeğe tavuk döner 2 TL, yarısı işkembe,
ööööffffffffffff, sıkıldım gene,

GDO ne ki o daha yeni fark edildi, devede kulak bile değil.

Bunlar işin yemek faslı, daha gıda ambalajları var,
koruyucular var vs.

Bu aymazlığa dur demek için bir şeyler yapmalı,
birşeyşer yapmalı...

28 Eylül 2010 Salı

bella italia!- Eboli

Angri'deki sıcak ortamdan sonra hiçbir yere tam olarak ısınamayacağımızı biliyorduk ama bu kadar değişik (!) bir yere gideceğimizi de beklemiyorduk azizim!
Epic fail Eboli'de trenden indiğimizde başladı, bizi almaya gelen İspanyol çocukcağız ingilizce bilmiyordu! neyse benim 2 yıllık İspanyolca kursu bilgilerimle ( + 2 haftalık İtalyanca konuşma çabalarıyla) anlaşmaya çalıştık. Yalnız benim çekçekli hostes çantam gene yapacağını yaptı yokuş yukarı giden tek tek taşlardan örülmüş İtalya yollarında yer çekimiyle adeta genel bir uyum çizgisinde bana kendini taşıttı! Artık son 20 m. ye girerken sevgili Raul erkek olduğunu hatırladı ve çantamı taşımayı teklif etti kibarlık yapıp itiraz etmedim tabi!



Neyse vardık 1 hafta boyunca "ev" diyeceğimiz yere, bizi slovenyalı bir bayan bekliyordu. tipini ancak şöyle tarif edebilirim; resmen Monster filmindeki Charlize Theron!
Sohbet edilemiyor kendisiyle çünkü kulağında kulaklık sürekli laptuşundan müzik dinliyor! 30 yaşlarında hayattıyla bir şeyler yapamamış insan tipi, çözümü ülkesinden çıkıp yeni bir yerlerde yeni bir şeylere başlamakta aramış ama kanımca çok başarılı değil, kendini soyutlamış diğer insanlardan, neyse bu kadar psikolojik analiz yeter kanımca

İlk gün Türk apaçisinden hallice biri geldi eve, kendisi buradaki organizasyon için gönüllü çalışan bir İtalyan genciymiş, geldi hemen oo 2 turca diye resmen üstümüze atlayacaktı, kendini facebooktan eklettikten sonra, akşam geri geleceğim dedi ve gitmeden de yanımızda türkçeye çevrilince şu anlamı verecek bişiler söyledi "olmmm 2 Türk kızı gelmiş akşama bişiler ayarlayın layn", (şunu belirtmem gerekirdi bunlar biraz abartı yorumlar sonradan bu italyan kardeşimizin sadece samimiyeti fazla sevmesinden kaynaklandığını ve kötü bir niyeti olmadığını anladım)
Akşam oldu bunlar cümbür cemaat geldiler yorgun olduğumuz için çıkmak istemedik biraz bozulsalarda bir şey demediler çıkıp gittiler.
İkinci gün oldu sabah bizi alıp Legambiente'nin koruduğu orman ve sahile gittik çöp topladık (max. 10 dk) sonra güneşlendik denize girdik (ve ben gene içimden organizasyonun olmadığı bir alanda(sivil toplum) nasıl olur da çalışmak isterim gibi iç konuşmalar yaptım, dünyanın haline küfrettim vs vs) Monster gene monsterlığını gösterdi kulağında kulaklık gitti saatlerce denizi seyretti, otobüse binme yolunda köpeklere (sanırım bu hayatta sevdiği az sayıda şeylerden biri) kötü davranan insanları nasıl öldürmek istediğinden bahsetti. Yalnız bu otobüse binme yolu gündüz vakti olmasına rağmen pek de tekin değildi, zira "prostitute" tabir ettiğimiz insanlar yol kenarlarında bekliyorlardı, güneş tepede olmasına rağmen!! Neyse başımıza bir şey gelmeden ulaştık otobüse ve döndük şehre bir daha da yürümedik o yoldan!


Bu aktivite dışında bir gün köpek barınağına gidio köpek gezdirdik, itiraf etmeliyim ki Türkiye'deki barınaklara 5 basar! Annemin adında bir Rottweiler vardı ve acayip tembeldi, eğer bir kere yere yatarsa kalkmıyor ve insanların tekrar onu taşıması gerekiyor kafesine =)



Bu iki aktivite dışında Legambiente'ye ait olan bir bahçeCİK var, domates patlıcan yetiştirdikleri, yalnız bu vatandaşlar semizotu ve naneden bihaberler! Yolup getirdiğimizde bunlar ne, bizim orada mı yetişiyor yenir mi ki bunlar dediler! mis gibi sarımsaklı yoğurdumuzla afiyetle yedik semizotunu şaştı-kaldılar =) Adanalılığımda vermiş olduğu bir kudretle çapayı bir sallamışım, Serroşla 2 saatte adam ettik orayı ve çok da eğlendik toprakla uğraşmak cidden iyi geliyormuş insana..


* Bu birayı tavsiye ederim gittiğinizde>>>

 hem ucuz hem tadı efes'i andırıyor!

* ....ve tarihin ilk Starbucks'ını da görmüş oldum =]

20 Eylül 2010 Pazartesi

bella italia!- Angri

evet italya yazılarıma devam ediyorum izninizle bayanlar baylar ve diğerleri
Ülkemin sınırları dışında bile Murphy'nin kızı olma özelliğimi koruduğumu belirtmek isterim, şöyleki;
ilk kamp yerimiz olan Angri'ye iki günlük Roma gezimizden sonra ulaştık (ulaşmasına da ritardo (bkz. önceki girişim) canımızı okudu neyseki italyanlar baya yardımsever ve halden de anlıyorlar yırttık bir kez daha) ilk gün yağmur yağdığı için yangın gözleme işimizi yapamadık, Salerno ve Cava isimli iki güzel şehri gezdik. Akşam döndük yattık gecenin bir vakti kapı vurulmaya başladı (ve şu ayrıntıları da belirtmeliyim ki 4 pencere ve kapımız demir sactan yapılmış o yüzden dışarısını görmemiz mümkün değil!) gecenin 3ünde tabi parantez içinde belirttiğim durumdan dolayı dışarıyı göremiyoruz ve kaç kişi olduğunu kestiremiyoruz. Yanımızdaki tek erkek olan Sebastiano "noluyor ne yapıyorsunuz?!" gibisinden bağırdı ve küfürlü yanıtlar aldı neyse sarhoşlar herhalde dedik yatmaya devam ettik ama lamp liderlerimiz carabinieri (italyan polislerinin bir kolu)'yi aradılar tamam geliyoruz dediler ama tık yok!
neyse sabaha karşı bu sefer taş/kayalar atmaya başladılar evin çatısına ve kapısına haliyle kiremitler dökülmeye ve kapıda kayaların izleri çıkmaya başladı. Gene aradık polisi gelmemişlerdi çünkü geceden beri, gene tamam geliyoruz dediler tabi yetmedi o bölgenin korucusunu da aradık bu sefer. Neyse o gelince dışarı çıkabildik, 3 kişi vardı onların üstüne gidince biz bir şey bilmiyoruz görmedik diyip kaçtılar ve aşağıda yakalandılar sorgulanmak üzere götürdüler polis merkezine orada da inkar etmişler ama aynı üç kişiyi önceki gece döndüğümüzde de görmüştük. Yani başkalarının olma olasılığı yoktu. Zaten aralarından birinin kuzey avrupa ülkelerine giriş yapması yasak uyuşturucudan dolayı ve ailesi de reddetmiş kendisini vs vs. sonradan serbest bırakıldılar ama genede bu italyan yerel gazetelerine çıkmamıza engel olmadı, özellikle carabinierinin bu ihmalkarlığı çok yazıldı çizildi. Saldırıdan sonraki gece Legambiente'nin başındaki pek çok insan bizi görmeye geldiler ve kampı taşımamız gerektiğini onların sorumluluğunda olduğumuzu belirttiler, neyse gittik 5*'lı kampımız başladı sıcak su elektrik ve şehir hayatıyla =)
zaten şen şakrak geçti sonrasında saldırganın adının Felipe olduğunu öğrendikten sonra onun üstünden yüzlerce espri yapıldı ama o gece ve sabah gerçekten panic room havasındaydık, içerisi güvenli ama dışarıya da çıkamıyoruz!
WWF'in kampına gittik bir gün ve dağ yürüyüşü yaptık tabi bu yürüyüşü güneş altında 4.5 saat Pompei'yi gezdikten sonra yaptık ve o gün hayatımın yürüyüşünü yapmış bulundum tahmin edebileceğiniz gibi!
Bir gün de Furore adında bir legambientenin başka bir kampına ziyarette bulunduk aslında dağda bisiklet kullanmanın püf noktalarını öğreneceğimizi düşünürken bize sadece zeytin domates doğratıp un helvası yaptırdılar =) haliç şekilde bir yerdi ve direk yükselip uzanan dağlara tırmandık gene, manzara muhteşemdi! Su gücüyle çalışan bir değirmenden kağıt üretiliyormuş önceden orada, ama kış aylarında suların çok gür akmasından mütebelli kamp kurulamıyormuş orada!
İkinci kamp yerinde yaşadıklarımı da en kısa zamanda yazıya geçireceğim.

15 Eylül 2010 Çarşamba

mammamia

Uzun zaman sonra tekrar merhaba!
32 günlük yorucu olduğu kadar eğlenceli ve birazda çevre adına yararlı bir İtalya gezim oldu, tahmin edersiniz ki malzeme patlaması yaşıyorum = ) kendimce bir sistem geliştirdim ilk başta gün gün not aldığım anahtar kelimelerden yola çıkarak gözlemlerimi aktaracağım, sonraki yazılarda ise kısa kısa anılarımdan bahsedeceğim. Bu bloğu ingilizcede yazmaya çalışacağım bakalım becerebilecek miyim.
Büyük bir klişe olan İtalya - Türkiye benzerliği gerçek arkadaşlar! Ama şunu da belirtmek gerekir ki kuzey ve güney İtalya çok farklı(mış) güney insanı daha sıcak sevecen kuzey insanı ise daha soğuk mesafeli ve düzenli (imiş) ve benim de güney taraflarına gittiğim hesaba katılırsa Türkiye ile benzerliğini farketmem kolay oldu = ]
neyse uzatmadan anahtar kelimelerime başlıyorum

Popo yıkama yeri: evet türk aklını (ya da kim düşünüp icat ettiyse) seveyim
taharet musluğunu düşünüp koymuşlar tuvaletin içine, ama zavallı İtalyanlar
bunu için ayrı bir yer kullanıp yerden tasaruf edemiyorlar, öncesinde ayak yıkama yeri sandığımı itiraf etmeliyim ve italyan titizliğine hasta olmuştum ama meğer durum farklıymış = )









Yoğurt: şekersiz yoğurt bulmak imkansız gibi bir şey, yoğurdu elime her aldığımda
tanrım nolur üstünde zucchero yazmasın diye yalvardım resmen ama nafile!

Sweet breakfast: İtalyanın sevgili vatandaşları kahvaltıda sadece tatlı şeyler yiyorlar efenim, neymiş uyandıklarında inanılmaz bir tatlı krizine giriyorlar, tuzlu yerlerse mideleri bunalıyor peyniri yemeklerden sonra
yiyorlar ( ya da öncesinde kırmızı şarapla )





Ellerle konuşma:Bizden beterler! özellikle ilk resimdeki parmak uçlarını birleştirip bilekten sallama hareketi ve dua eder gibi elleri birleştirme hareketi ve sallama hareketi çok yapılıyor.
Kaşları yollumuş & anne kuzusu İtalyan erkekleri : ve tabiki dar kotları da unutmamak gerek! moda takiplerine saygı duyuyorum ama bence acayip gay görünüyorlar bildiğin ince şekilli kaş! ve bu bir iki değil 15 -35 yaş arası erkeklerin %90ı böyle. 30 - 35 yaşlarına kadar aileyle yaşamak da çok popüler ve İtalyan anneleri özellikle erkek çocukları üstüne çok titriyor günde 3 4 kez (ortalama) arıyorlar cepten.

Anason çılgınlığı: Her şeyin içine koymaya bayılıyorlar, hatta içkisini yapmışlar çakma rakı olmuş, etin içinde tadı berbat asla tavsiye etmem!

Gelato: (dondurma) zuppa inglese (ingiliz çorbası) biberli çikolatalı, popcornlu, nutella ve fındık... fazla söze gerek yok bence!

Siesta:tam 3 saat boyunca hayat duruyor, (13-16) ve işleri için yaşamayan İtalyanlar evlerine dinlenmeye çekiliyorlar, tabi bunda kahvaltıda tabiri caizse 'kuş' kadar yemelerinin de payı var, aradaki açığı kapatmak adına öğlen yemeklerini abartılı yiyorlar tabi sindirmeleri güç oluyor!

Uğur: Kırmızı biber, metalci işareti ( \m/) ve kamburu çıkmış elinde şemsiye tutan bir adam bizim nazar boncuğunun işlevini görüyor.