geçen cuma çamaşır yıkamaya inmiştim, bugüne denk getirdim ki, yıkama ve kuruma sırasında geçen 40 + 35 dk.lık sürede şu 2 milyar insanın izlediği "kraliyet düğünü"nü izleyeyim. Attım çamaşırları kuruldum tv odasında 10 yıllık, yerden 30 cm yukarıdaki koltuklara başladım izlemeye. yerden bu kadar alçakta duran koltuklar ve yerden en az 1.6 m. yukarıda duran televizyon yüzünden boyun fıtığı geçirme tehlikem olsada vazcaymadım :)
ben açtığımda Houses of Parliament's yanından gidiyordu gelin arabası. Kate'in çoşkulu kalabalığa öyle sakin sakin el sallaması, babası ve önde oturan kardeşiyle bakışmaları eşliğinde geldiler Westminister Kilisesine (şu kelimenin de doğru okunuşunu merak ettim doğrusu, bazı spikerler vestMİNİSTER derken diğerleri vestminstır diyip geçiyor 2. doğru gibi gibi)
Tabi her şey salisesinde plan eşliğinde gidiyordu tıpkı kraliyet ailesinin tüm hayatı gibi. Ben NTV'den izliyorum töreni davet edilenlerde ünlü bir modacı bir gazeteci vardı ( Atıl Kutoğlu, Nilüfer Kuyaş ve Ayşen Gür daha sonradan katıldılar) Kate'in arabadan/limo'dan inmesiyle stüdyodaki modacı hatun hummalı bir çalışmayla gelinliği yorumlamaya çalıştı ancak "ay tam göremedim... hah evet dantel var eteğinde işlemeler var.... Diana'nınki kadar şatafatlı değil...."in ötesine geçemedi ki bu kıt moda bilgimle aynı şeyleri bende söyleyebilirdim. Neyse kiliseden girip 1900 davetlilerin arasından yavaş yavaş William'ın yanına yanaştı Kate. Bu arada stüdyoda beni yaran diyaloglar sürmekte. Özellikle o gazeteci kadının kuyruk acısı varmış gibi sürekli kötülüyor: "zaten kazma dişli bunlar çocukları da böyle olur bunların.ben gelinliği de pek beğenmedim ne o öyle kır düğününe gelmiş gibi. suratsız. 6 ay büyükmüş william'dan. Ki zaten dedikodu deniyor ama bence gerçek öyle tesadüfi gelişen bir aşk değilmiş bu, kate daha lisedeyken hep prenses olma hayalleri kurmuş amacına da adım adım ilerlemiş (bir sessizlik sanırım içinden 'kevaşe' dedi burada) " bu arada sunucu toparlamaya çalışıyor: "yok bence dedikodudur onlar, 10 senedir beraberler, hem kız da zarif baya..."
Bu konuşmalar geçerken stüdyonun görüntülerine yer verilmediği için jest ve mimikleri hayal ediyor, neşeme neşe katıyorum =]
Bu konuklar gittiler yerine biraz önce bahsettiğim konuklar geldi ortam biraz yumuşadı. Bu arada yemin törenine geçildi, Kate'in itaat yemini etmeyeceği tekrar tekrar vurgulandı NTVce "I do" "I do"lardan sonra kiliseden çıkıp Buchingham Sarayı'da gidişi izledim. Tabi arada kraliyet ailesine mensup biri olmayıp kendi çamaşırını kendi yıkayan ortahalli bir üniversite öğrencisi olduğumu hatırlayıp çamaşırları kurutucudan almaya gittiğimde ne göreyim, kurutucu AL - 4 diye bir hata veriyor, yani egsoz borusunu kontrol etmem gerekiyor =/ tabi ben o borunun nereden çıkıp neyi nereye bağladığını bilmediğimden boş gözlerle kurutucunun arkasına bakıyorum =( artık güç böle programı değiştirerek falan tekrar çalıştırdım ve tv başına döndüm. Bu arada kalabalığın içinden de yayın yapılıyor ve insanların günler önce sırf o meşhur öpüşmeyi görebilmek için çadır kurdukları, dışarıda yattıklarından bahsediliyor.
Özellikle 'King's Speech' ve şimdi çıkacak 'The Queen' filminden sonra insanların İngiliz kraliyet ailesine olan sempatisinin yükseldiği kanısındayım. Rejim değişikliğinden sonra kraliyet ailesi halkın yansıması olarak görülmüş ve bu ilginin sebebi de halk tabakasının 'bizden biri evleniyor' edasına bürünmesi ve Kate'in gelinliğinin de bu inancı pekiştirmesinde yatıyor kanımca.
“Man cannot discover new oceans unless he has the courage to lose sight of the shore.”
1 Mayıs 2011 Pazar
27 Nisan 2011 Çarşamba
back to black
yok yok yazının Amy Winehouse ile uzaktan yakından (belki yakından biraz olabilir) alakası yok. Sadece kızgınım biraz konserine gitmek istesem de 150 TL ayakta. hıms, almayayım alanada mani olmayayım moduna soktu beni. neyse seneye İngiltere'deyim, eminim TR'de verdiğinden fazla konser veriyordur oralarda diye bir fikir yürüttüm ve altını doldurabilirim sanırım =]
neyse ne diyorduk, back, evet blogger'ın digiturk yüzünden kapatılması ardından tumblr'a sığındım bir süre ama olmadı blog. olmadı olamadı olduramadım. Bir kere bir mantık oluşturmuşum kendime; facebook video izlemek arkadaşların ilişkilerini/okullarını/iş durumlarını takip etmek için var twitter öyle kısa kısa yazıp efkar dağıtmak/ünlüleri takip etmek işlevi görüyor, tumblr'a ise stumble'da gördüğüm güzel linkleri yapıştırıp resimleri 'reblog'lamak için kullanıyorum.
Oysa blogger öyle mi? yeminlen en çok sana emek veriyorum, uzun uzun yazıp kendimi kaptırmak için varsın iyiki varsın =] geçen gün okumuştum facebook bizi tükettiklerimizle ifade ettiğimiz (izlediğimiz filmler, dinlediğimiz müzikleri afişe ettiğimiz, beğendiğimiz videoları paylaşmamız...) bir sosyal paylaşım sitesi, çoğu paylaştığımıza bir daha ulaşamayacağız bile bir daha! Ama sen öyle misin? (gerçi kapandığında küçük çapta bir kriz geçirmedim değil tüm o yazdıklarım nereye gitti şimdi keşke ctrl+c, ctrl+v fonksiyonunu kullanaydım demedim değil, ki yapacağım en kısa zamanda aklımda;] )dönüp dönüp okuyorum valla. Bu düzensiz yazılarımı o zamanki ruh hallerimi düşünüp hüzünleniyor ve seviniyorum =]
Neyse bugünlük bu kadar daha yıllık yazıları, warwick'e bana burs vermesi için yalvarma yazısı ve ihtilal günlerinde sanat (evet birebir çevirisi bu dersin adının) için proposal yazmam gerek bir de film izleyeceğim =]
Bu aralar ZAZ adlı bir fransız gruba taktım hatta ciddi ciddi Fransızca öğrenmek istiyorum !

Oysa blogger öyle mi? yeminlen en çok sana emek veriyorum, uzun uzun yazıp kendimi kaptırmak için varsın iyiki varsın =] geçen gün okumuştum facebook bizi tükettiklerimizle ifade ettiğimiz (izlediğimiz filmler, dinlediğimiz müzikleri afişe ettiğimiz, beğendiğimiz videoları paylaşmamız...) bir sosyal paylaşım sitesi, çoğu paylaştığımıza bir daha ulaşamayacağız bile bir daha! Ama sen öyle misin? (gerçi kapandığında küçük çapta bir kriz geçirmedim değil tüm o yazdıklarım nereye gitti şimdi keşke ctrl+c, ctrl+v fonksiyonunu kullanaydım demedim değil, ki yapacağım en kısa zamanda aklımda;] )dönüp dönüp okuyorum valla. Bu düzensiz yazılarımı o zamanki ruh hallerimi düşünüp hüzünleniyor ve seviniyorum =]
Neyse bugünlük bu kadar daha yıllık yazıları, warwick'e bana burs vermesi için yalvarma yazısı ve ihtilal günlerinde sanat (evet birebir çevirisi bu dersin adının) için proposal yazmam gerek bir de film izleyeceğim =]
Bu aralar ZAZ adlı bir fransız gruba taktım hatta ciddi ciddi Fransızca öğrenmek istiyorum !
20 Şubat 2011 Pazar
aşk tesadüfleri sever (mi) ?
Şu diyaloğa uyuz olurum,
-abi nasıl film iyi eleştiriler almış imdb puanı falan.
-güzel film.
-hım öyle diyorsun, nasıl konusu falan sürükleyici mi?
-güzel bence git.
Hey yarebbim! Film hakkında yorum beklerken sadece "güzel" denir mi canım kardeşim?
Alın size bir tane IQ seviyesi yerlerde kuaförde şahit olduğum bir konuşma daha:
-Ayin diye bir film var biliomusaan
-evet ya duydum şu kuzuların sessizliğinde oynayan adam neydi antonyo banderas (?!) ha ha hopkins
-hıms gitcem ama korkuyorum.
-tam neymiş ki konusu?
-korku gerilim falan konusu
(tam o sırada kuafördeki ekranlarda filmin fragmanının döndüğünü görüyorum ve nobel adayı bu güzel sabancılı kardeşimiz orada geçen cümleyi arkası ekrana dönük olan arkadaşına aktarıyor)
-yaa asıl bir cümlesi var ona vuruldum ben: eğer bir şeye inanmazsan onu yenemezsin diye
ve oye kopar =)
"Aşk Tesadüfleri Sever" filmine 2 gün önce gittik. Filmin fragmanını izlemeden acaba "jeux d'efantas" çakması mıdır ki diye kaygılarım olsa da , hazine kutulu sahnelerin filmin neredeyse göze çarpmayacak kadar küçük bir kısmını kaplamasıyla bu durumdan kaçınılmış. (hatta filmin ana karakterlerinden Deniz o kutuya o kadar değer verirken unutup çıkıyor yıllar sonra Özgür ona verdiğinde)
Tesadüfler sonucu hep aynı ortamlarda bulunma ama bir türlü kavuşamama sonrasında ise bir tesadüf sonrası karşılaşma fikri güzel işlenmiş, özellikle müzikler bildiğin yedirilmiş filme: B. Ortaçgil Eylül Akşamı, Sertab Erener'in "zaferlerim"in coverı ve filmin sonundaki Şebo "hoşçakal"ı beni benden aldı. (Tabi filmin başında Müslüm Gürses duymak beni baya şaşırtsa da;] ) Yalnız ben filmlerde gözün içine sokulan reklamdan hoşlanmıyormuşum bu filmde iyice anladım. Amerikan filmlerinde ne var? Gizli reklam. Hatta gizlenince görmek için harcanan çaba esnasında insan beynine daha da kazınıyor o marka. Mesela converse: her filmde mutlaka bir converse'e zoom yapılan sahne var. Ve şimdi nasıl bir fenomen oldu!
Tamam belki bu pek adil bir durum değil ve bildiğim kadarıyla yasaklanmıştı ama genede...
Filmde bi "aaa bak ikimizinde telefonları iPhone3" demedikleri kaldı, gözümüze gözümüze soktular film boyu o telefonları! Nasıl bir çılgınlıksa blackberry/iPhone jenerasyonu yaratılmaya çalışıyor, tiksindim.
Sonunda değil ortasında kavuşan iki ana karakterin olduğu aşk filmlerinin genelde hüzünlü bittiği bir gerçek ve filmde de olduğu gibi. Tabi kalp nakil ameliyatı baya anlamlı bir sonuç olmuş. Gerçi 7 pounds filminde bu konuya baya doymuştum ama hatırlamak iyi oldu genede ;]
-abi nasıl film iyi eleştiriler almış imdb puanı falan.
-güzel film.
-hım öyle diyorsun, nasıl konusu falan sürükleyici mi?
-güzel bence git.
Hey yarebbim! Film hakkında yorum beklerken sadece "güzel" denir mi canım kardeşim?
Alın size bir tane IQ seviyesi yerlerde kuaförde şahit olduğum bir konuşma daha:
-Ayin diye bir film var biliomusaan
-evet ya duydum şu kuzuların sessizliğinde oynayan adam neydi antonyo banderas (?!) ha ha hopkins
-hıms gitcem ama korkuyorum.
-tam neymiş ki konusu?
-korku gerilim falan konusu
(tam o sırada kuafördeki ekranlarda filmin fragmanının döndüğünü görüyorum ve nobel adayı bu güzel sabancılı kardeşimiz orada geçen cümleyi arkası ekrana dönük olan arkadaşına aktarıyor)
-yaa asıl bir cümlesi var ona vuruldum ben: eğer bir şeye inanmazsan onu yenemezsin diye
ve oye kopar =)
"Aşk Tesadüfleri Sever" filmine 2 gün önce gittik. Filmin fragmanını izlemeden acaba "jeux d'efantas" çakması mıdır ki diye kaygılarım olsa da , hazine kutulu sahnelerin filmin neredeyse göze çarpmayacak kadar küçük bir kısmını kaplamasıyla bu durumdan kaçınılmış. (hatta filmin ana karakterlerinden Deniz o kutuya o kadar değer verirken unutup çıkıyor yıllar sonra Özgür ona verdiğinde)
Tesadüfler sonucu hep aynı ortamlarda bulunma ama bir türlü kavuşamama sonrasında ise bir tesadüf sonrası karşılaşma fikri güzel işlenmiş, özellikle müzikler bildiğin yedirilmiş filme: B. Ortaçgil Eylül Akşamı, Sertab Erener'in "zaferlerim"in coverı ve filmin sonundaki Şebo "hoşçakal"ı beni benden aldı. (Tabi filmin başında Müslüm Gürses duymak beni baya şaşırtsa da;] ) Yalnız ben filmlerde gözün içine sokulan reklamdan hoşlanmıyormuşum bu filmde iyice anladım. Amerikan filmlerinde ne var? Gizli reklam. Hatta gizlenince görmek için harcanan çaba esnasında insan beynine daha da kazınıyor o marka. Mesela converse: her filmde mutlaka bir converse'e zoom yapılan sahne var. Ve şimdi nasıl bir fenomen oldu!
Tamam belki bu pek adil bir durum değil ve bildiğim kadarıyla yasaklanmıştı ama genede...
Filmde bi "aaa bak ikimizinde telefonları iPhone3" demedikleri kaldı, gözümüze gözümüze soktular film boyu o telefonları! Nasıl bir çılgınlıksa blackberry/iPhone jenerasyonu yaratılmaya çalışıyor, tiksindim.
Sonunda değil ortasında kavuşan iki ana karakterin olduğu aşk filmlerinin genelde hüzünlü bittiği bir gerçek ve filmde de olduğu gibi. Tabi kalp nakil ameliyatı baya anlamlı bir sonuç olmuş. Gerçi 7 pounds filminde bu konuya baya doymuştum ama hatırlamak iyi oldu genede ;]
14 Şubat 2011 Pazartesi
döömeler
Merhabalar!!
Yeni bir dönem ve ilk yazıma geçen sene yaptığım ve yazıya dökmeyi planladığım bir girdi ile başlıyorum.
Efenim, geçen dönem ilk kez HART kodlu yane History of Art dersi aldım. Notun %20'lik kısmını oluşturan sunum kısmında ne yapsam diye düşünürkene, sevgilimden parlak bir fikir geldi: "dövmeler hakkında yapsana". Kafamda ölçtüm tarttım bu fikri neticede ders milliyetçilikle ilgili. Gittim hocamla konuştum onay verdi ve bende aşağıda resimlerle süsleyeceğim yazının sunumunu yaptım (daha açık ifade edemezdim herhalde =)
*Şimdik, bu dövme olayının mantığı sürekli hatırlamak istediğimiz, sürekli taşıyacağımız, bizim bir parçamız olacak bir "şey" yaptırmak vücudumuza. "Ta-Tu" kelimesini Kaptan Cook, 18. yy.'daki bir seferinde öğreniyor. Anlamı; işaretlemek. Tabi günümüzün modern dövme yapma makineleri o zamanlar yok ve o zaman kullandıkları alet ta-tu ta-tu diye ses çıkarıyor. İşin etimolojik kısmını geçelim ve dünyada bir yolculuğa çıkalım şimdi

*İlk durak Yeni Zelanda. Buranın yerlileri yani Maoriler, yüzlerine yapıyorlar bu dövmeleri ve her ailenin kendine özgü bir "Moko"su yani yüz dövmesi oluyor.
İmza yerine geçiyor bu mokolar ve aileyi koruduğuna inanılıyor. Erkekliğe geçişin bir aşamasını da ifade ediyor kendisi.
*İkinci durağımız tabiki Japonya!
Bu ülkede dövmeleri öncelikle Yakuza'lar yani Japon gansterleri yaptırmış zamanla da yayılmış. Hori adındaki dövme ustalarının öğrencilerini yetiştirmesi sonucunda Izezumi yani tüm vücudu kaplayan dövmeler ortaya çıktım. Resimlerde de görüldüğü üzere boyun, kafa kısmı haricindeki her yer dövme.
*Bu iki ülkeden Avrupa ve Amerika'ya yayılıyor dövme kültürü. Öncelikle hapishanedeki numaralamak için kullanılsa da zamanla mahkumlar bu durumu lehlerine kullanıyorlar ve hapishane-dövmesi kültürü oluşuyor. Hapishanedeki çeşitli gruplar kendilerine özgü dövmeler üretip birbirlerini bu yolla koruyup kolluyorlar. Yan taraftaki dövme latino gansterlerinden birinin işareti, arka plandaki maskeden anlaşılabileceği üzere. Sayılar da genelde alan kodlarını ifade ediyor, böylece hangi bölgedeki gruba ait olunduğu göze sokuluyor =)
Yalnız şöyle bir durum var; eğer ait olunmayan bir grubun dövmesi yapılır ve bu ortaya çıkarsa o dövme ütüyle yakılarak ya da kesip çıkartılarak yok ediliyor!!!
*Günümüzde ise toplumların dışlanmışları değil bilakis ünlüler yaptırıyor. Miami Ink, LA ink gibi programlar da tabi ki bu fenomene katkı sağlayan medya araçları.
Angelina dövme deyince aklıma gelen ilk isim. Kadının tüm vücudunda 10'dan fazla dövmesi var, ki bazılarını sildirip yenilerini yaptırdığını da hesaba katarsak sırf ağrı-eşiğinden dolayı tapılası bir hatun kendisi =)
Koluna çocuklarının doğum yerlerinin koordinatlarını yazdırması ayrı bir güzellik bence.
* Ve son olarak benim dövmem =)
Çevre ve sosyal sorumluluklarla ilgili bir insanım,
ve doğanın çeşitli şekillerde "öcünü" aldığına inanıyorum > geri dönüşüm.
Ve tabi ki her şeyin bir döngüye bağlı olduğuna inanıyorum...
pek çok anlamı olan bir dövme benim için yani =)
* veee bu da yaptırmayı planladığım dövme =]
NOT: sevgililer gününe uygun bir yazı olmadı ama genede terbiyesizlik yapmayalım:
Rest in Peace St. Valentine!!!
Yeni bir dönem ve ilk yazıma geçen sene yaptığım ve yazıya dökmeyi planladığım bir girdi ile başlıyorum.
Efenim, geçen dönem ilk kez HART kodlu yane History of Art dersi aldım. Notun %20'lik kısmını oluşturan sunum kısmında ne yapsam diye düşünürkene, sevgilimden parlak bir fikir geldi: "dövmeler hakkında yapsana". Kafamda ölçtüm tarttım bu fikri neticede ders milliyetçilikle ilgili. Gittim hocamla konuştum onay verdi ve bende aşağıda resimlerle süsleyeceğim yazının sunumunu yaptım (daha açık ifade edemezdim herhalde =)
*Şimdik, bu dövme olayının mantığı sürekli hatırlamak istediğimiz, sürekli taşıyacağımız, bizim bir parçamız olacak bir "şey" yaptırmak vücudumuza. "Ta-Tu" kelimesini Kaptan Cook, 18. yy.'daki bir seferinde öğreniyor. Anlamı; işaretlemek. Tabi günümüzün modern dövme yapma makineleri o zamanlar yok ve o zaman kullandıkları alet ta-tu ta-tu diye ses çıkarıyor. İşin etimolojik kısmını geçelim ve dünyada bir yolculuğa çıkalım şimdi

*İlk durak Yeni Zelanda. Buranın yerlileri yani Maoriler, yüzlerine yapıyorlar bu dövmeleri ve her ailenin kendine özgü bir "Moko"su yani yüz dövmesi oluyor.
İmza yerine geçiyor bu mokolar ve aileyi koruduğuna inanılıyor. Erkekliğe geçişin bir aşamasını da ifade ediyor kendisi.

Bu ülkede dövmeleri öncelikle Yakuza'lar yani Japon gansterleri yaptırmış zamanla da yayılmış. Hori adındaki dövme ustalarının öğrencilerini yetiştirmesi sonucunda Izezumi yani tüm vücudu kaplayan dövmeler ortaya çıktım. Resimlerde de görüldüğü üzere boyun, kafa kısmı haricindeki her yer dövme.
*Bu iki ülkeden Avrupa ve Amerika'ya yayılıyor dövme kültürü. Öncelikle hapishanedeki numaralamak için kullanılsa da zamanla mahkumlar bu durumu lehlerine kullanıyorlar ve hapishane-dövmesi kültürü oluşuyor. Hapishanedeki çeşitli gruplar kendilerine özgü dövmeler üretip birbirlerini bu yolla koruyup kolluyorlar. Yan taraftaki dövme latino gansterlerinden birinin işareti, arka plandaki maskeden anlaşılabileceği üzere. Sayılar da genelde alan kodlarını ifade ediyor, böylece hangi bölgedeki gruba ait olunduğu göze sokuluyor =)
Yalnız şöyle bir durum var; eğer ait olunmayan bir grubun dövmesi yapılır ve bu ortaya çıkarsa o dövme ütüyle yakılarak ya da kesip çıkartılarak yok ediliyor!!!

Angelina dövme deyince aklıma gelen ilk isim. Kadının tüm vücudunda 10'dan fazla dövmesi var, ki bazılarını sildirip yenilerini yaptırdığını da hesaba katarsak sırf ağrı-eşiğinden dolayı tapılası bir hatun kendisi =)
Koluna çocuklarının doğum yerlerinin koordinatlarını yazdırması ayrı bir güzellik bence.
* Ve son olarak benim dövmem =)
Çevre ve sosyal sorumluluklarla ilgili bir insanım,
ve doğanın çeşitli şekillerde "öcünü" aldığına inanıyorum > geri dönüşüm.
Ve tabi ki her şeyin bir döngüye bağlı olduğuna inanıyorum...
pek çok anlamı olan bir dövme benim için yani =)
* veee bu da yaptırmayı planladığım dövme =]
NOT: sevgililer gününe uygun bir yazı olmadı ama genede terbiyesizlik yapmayalım:
Rest in Peace St. Valentine!!!
5 Şubat 2011 Cumartesi
yaş-dizi endeksi =)
şimcik şuna kısaca bir göz atın:
http://www.nationmaster.com/country/gm-germany/Age-_distribution
bi de şuna:
http://www.nationmaster.com/country/tu-turkey/Age-_distribution
iyi bildiğim iki ülke olarak Almanya ve Türkiye'nin yaş ortalamasının televizyon programlarına olan etkilerini sezinledim bu hafta.
Şimcik bizim yaş ortalamamız daha düşük olunca aşk-meşk-entrika konulu diziler daha çok prim yapıyor,
oysa Almanya'da yükselen yaş ortalaması insanların bu tip konuları deyim yerindeyse "aşmış" olmalarından, "krimi" denilen polisiye dizileri daha çok izleniyor. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Ve tabi hayvanları bizden daha çok sevdikleri de bir gerçek o yüzdendir ki Charlie, Flippe gibi maymun yunus dizileri bizde bir sezonu anca bitirebilirken Almanya'da yıllarca oynuyor...
http://www.nationmaster.com/country/gm-germany/Age-_distribution
http://www.nationmaster.com/country/tu-turkey/Age-_distribution
iyi bildiğim iki ülke olarak Almanya ve Türkiye'nin yaş ortalamasının televizyon programlarına olan etkilerini sezinledim bu hafta.
Şimcik bizim yaş ortalamamız daha düşük olunca aşk-meşk-entrika konulu diziler daha çok prim yapıyor,
30 Ocak 2011 Pazar
pazar ayininden estanteneler
Merhabalar,
İlk kez bir yazıya başlık yazmadan başlayacağım. Biraz savruk yazdığımdan başlık atmak konuya dönmemde yardımcı oluyordu ama bu sefer kendimi sınırlamayıp yazının sonunda başlık koyacağım bakalım nereden başlayıp yazı yolculuğumuzu nerede sonlandıracağım =)
Aslında çok geniş bir konuda yazacağımdan başlık atmamayı tercih etmiş olabilirim.
Neyse, bu ihtiyaç bugün annemle pazar ayinine gitmemden kaynaklandı.
Tabi bu ilk gidişim değildi ama daha önce bu kadar çok Türk'le karşılaşmamıştım.
(Beni tanıyanlar ya da facebook'tan arkadaşım olanlar bilirler kitapsız ama Tanrı [yaratıcı güç, başlangıç...] inancı olan bir insan olduğumu.)
Merak edenler için pazar ayini nasıl olur anlatayım. Tabi şunu da belirteyim cami dışında herhangi bir ibadethane inşaa etmek yasak Türkiye'de. Bu nedenden annemler oda gibi bir yerde toplanıyorlar. Bir de bahçesi var orada da ayin sonrası kahve-çay-kek içip/yiyip sohbet ediyorlar. Şimcik, önce girerken kapının sağında küçük bir kasenin içinde kutsal su var ona parmakları değdirip o meşhur haç çıkarma hareketi yapılıyor, o gün söylenecek parçaların olduğu A4 kağıdı alınıp bir yere oturuluyor. Papaz geliyor tam saat 11'de bir dakikalığına çan sesi dinleniyor. Papaz dua ediyor sonra sıradaki ilk parça hep bir ağızdan söyleniyor.
(burada büyük bir parantez açacağım,ben 6 yaşımdan bu yana piano çalıyorum, İstanbul'da ders aldığım ablamın da dershanesinde derslere asistanlık yapıyorum. Karşılaştığım sorunlardan biri çocuklara 1 2 4 vuruşluk notaları anlatıp müziği öğretebilmek. Bizim Türk çocukları notalarla ilk kez dershanede karşılaşıyorlar, müzik ondan önce sadece dinlenilen bir şey görülen dokunulabilen bir şey değil. Oysa Hıristiyan ülkelerde durum çok farklı, küçük yaşlarından beri her pazar ayine giden çocuklar bugün benimde elimde olan notları ellerine alıp, parçalara eşlik ederek notaların vuruş değerlerini öğreniyorlar ve müzik kulakları bizimkilerden çok daha erken gelişiyor. Oysa bizde bestelenmese ezan bile kuru bir ibadete çağırmaktan ibaret. Dualar bazen belli bir ritimle okunuyor kabul ama bu kadar.)
Aralarda Papaz konuşuyor ve tekrar dualar okunuyor. Bugün Berlin'e gittiğinde aldığı bir dergiden bahsetti. Almanya'da en çok satan dergilerden biri olan 'Der Spiegel' başlığı: Yanmış(yanıp kül olmuş bitmiş): aşırı yüklenilmiş BEN. Şişmiş egolarımızdan, sürekli hem hareket halinde olup hem de ulaşılabilir olmak zorunda olan 21. yüzyıl insanının yaşadığı sıkıntı ve buna eklenen inançsızlıkla içinden çıkılamaz hale gelen durumunu anlattı. Güzel bir konuşmaydı. (her hafta bunun gibi inancın önemini vurgulayıcı bir konuşma yapıyor papaz)
Sonra tekrar dualar, arada bir el sıkışma (geçen diyalog: -seninle barış içindeyim - bende), bir kesenin içinde bağış toplama ve son. Ve bu pazar papaz bitirip üstüne değiştirmeye giderken birden yanıma geldi elimi sıktı kim olduğumu sordu. Daha önce de gelmiştim tanışmıştık dedim. Sonra daha önce geldiğimdeki esprisini patlattı, "annen mi ablan gibi duruyor ama hahaha" komik bir adam, ayin sırasında bile espri yapabiliyor =)
Yazının başında belirttiğim üzere pek çok Türk de katılıyor bu pazar ayinine. Tabi çoğu annemle muhabbet kurmuş aralarında en iyi türkçe konuşan anneciğim olunca.
Klasik konuşma döngüsü burada da yaşandı:
-senin kızın mı?
-evet
-benziyor zaten, maşallah(!) Allah bağışlasın
-hehe tşkler
-nerede okuyorsun sen?
-...
Ve inanın bu muhabbet din dil ırk farkı gözetmiyor, Almanlar da benzer şeyler söylediler =)
Sonra yanıma bir Türk amca yaklaştı, annem daha önce bahsetmişti kendisinden. 11 sene önce araştırdıktan sonra Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönen biriydi kendisi. Kısa bir tanışmadan sonra dinimi sordu, hiçbiri dedim. Annem biraz rahatsızca kıpırdansa da adam,
-bence maneviyat önemli ateistleri anlamıyorum, ama anostik(agnostik) olabilir insan dedi.
-ben agnostik değilim deistim dedim.
-ha onu bilmiyorum, benim dediğim Tanrı'ya inanan ama dinlere inanmayan.
-işte o benim deist
-tam bilmiyorum kızım isimlerini, ama kötü yani ateizm, hiçbir inancı olmamak falan.
-yani tabi onlar da her şeyi bilimle açıklıyorlar ona inanıyorlar saygı duymak lazım, ben manevi olarak rahat hissetmiyorum tanrı inancım olmazsa
-evet haklısın, işte bende 11 yıl önce geçtim araştırdıktan sonra, Hıristiyanlık gelişmeye açık ben mecbur muyum Müslüman olunca Arapça öğrenmeye (ortaokulda din kültürü hocam Arapça bir duayı doğru telaffuz edemediğimde konuşma bozukluğun mu var diye sormuştu, bunu anlatmamın akabinde dedi amcacım bunu).
Annemde aslında bir 45 50 sene öncesine kadar duaları hep latince okuduklarını sonradan ingilizce almanca gibi dillere çevrildiğini yazdı. İtalya'daki Vatikan tecrübelerimden bahsettim, özellikle benim içiçe olduğum sol görüşlü insanlar Berlusconi'nin Vatikan'ı politikaya alet ettiğini ve Vatikan'ın da bunu fırsat bilerek etkisini arttırdığına inanıyor.
-yoo öyle değil, onlar da daha yeni (yüzünü ekşitti) doğum kontrol hapı, kürtaj gibi konularda serbestlik tanıyan şeyler yayınladı. Hz. Muhammed çok akıllı bir adamdı ama ona bir Rahip geldi İncil'i öğretti, zaten şifozrendi öylece yeni bir din attı ortaya, yukardaki aptal mı bir din yolladıktan sonra tekrar yollasın bir tane di mi ama??
-hımm ben bu konuda yorum yapmayayım, ama bir Müslümanın ağzından konuşmam gerekirse onlar da Hıristiyanlığın ve insanlığın çok bozulduğu bir zamanda gönderildiğini söylerdim. Ayrıca Müslümanlar Kur'an'ın Cebrail'den indirildiği gibi yazıya döküldüğünden değişmediğini, İncil'in ise çok fazla bozulduğuna inanıyorlar.
-yooo öyle değil, hem Hz. Muhammed'i şeytan ve o kovulan rahip yönlendirdi..
-o kadarını bilemeyeceğim, sizin inancınızdır..
Aklından daha yeni bitirdiğim Elif Şafak'ın 'Aşk' romanı geldi; Şems-i Tebrizi'nin Şeyh Yasin ile bir diyaloğu var ki beni çok etkiledi.
Şems Yasin'e "şeytan nedir?" diye sorar, Yasin'in cevabı: " ...dinlerin en sonuncusu ve en mükemmeli olan dinimiz der ki Adem ve Havva cennetten şeytan yüzünden kovuldu...biz de daima tetikte olmalıyız. Zira şeytan tedbil kıyafet gezmekte. Bazen bizi kumara davet eden bir kumarbaz kılığına girer, bazen de güzel bir kadın olur, bizi ayartır"
Şems: " Yalnız ne kolay işmiş! Şeytanı hep dışımızda, hep başkalarında aramak işimize geliyor değil mi? Eğer şeytan hep ayağımızı kaydırmak için fırsat kolluyorsa, biz insanların yaptığımız hatalardan dolayı kendimizi suçlamamıza ne gerek var? Hayırların hepsi Allah'tan şerlerin hepsi şeytandan deyip geçer gideriz. her halükarda kendi kendimizi sorgulayıp dönüştürmek için sebep kalmaz. ne kolaymış"
Ne kadar da doğru. İşte dinin yaptığı şey de bu bence. Her ne kadar maneviyata seslense de o yollar o kadar ritüelleştiriliyor, yozlaştırıyor ki cihad, haçlı seferleri gibi saçma şeyler çıkıyor ortaya. Hani dinde zorlama yoktu? ama bir yandan da Allah yolunda yapılan her şey mübah?
Neyse sanırım bu kadar yazacağım, umarım kimseyi kızdırmamış, gücendirmemişimdir.
p.s.: bu konuları tartışıp konuşmaya her zaman açığım aklınızda bulunsun.
Kakın sağlıcakla..
İlk kez bir yazıya başlık yazmadan başlayacağım. Biraz savruk yazdığımdan başlık atmak konuya dönmemde yardımcı oluyordu ama bu sefer kendimi sınırlamayıp yazının sonunda başlık koyacağım bakalım nereden başlayıp yazı yolculuğumuzu nerede sonlandıracağım =)
Aslında çok geniş bir konuda yazacağımdan başlık atmamayı tercih etmiş olabilirim.
Neyse, bu ihtiyaç bugün annemle pazar ayinine gitmemden kaynaklandı.
Tabi bu ilk gidişim değildi ama daha önce bu kadar çok Türk'le karşılaşmamıştım.
(Beni tanıyanlar ya da facebook'tan arkadaşım olanlar bilirler kitapsız ama Tanrı [yaratıcı güç, başlangıç...] inancı olan bir insan olduğumu.)
Merak edenler için pazar ayini nasıl olur anlatayım. Tabi şunu da belirteyim cami dışında herhangi bir ibadethane inşaa etmek yasak Türkiye'de. Bu nedenden annemler oda gibi bir yerde toplanıyorlar. Bir de bahçesi var orada da ayin sonrası kahve-çay-kek içip/yiyip sohbet ediyorlar. Şimcik, önce girerken kapının sağında küçük bir kasenin içinde kutsal su var ona parmakları değdirip o meşhur haç çıkarma hareketi yapılıyor, o gün söylenecek parçaların olduğu A4 kağıdı alınıp bir yere oturuluyor. Papaz geliyor tam saat 11'de bir dakikalığına çan sesi dinleniyor. Papaz dua ediyor sonra sıradaki ilk parça hep bir ağızdan söyleniyor.
(burada büyük bir parantez açacağım,ben 6 yaşımdan bu yana piano çalıyorum, İstanbul'da ders aldığım ablamın da dershanesinde derslere asistanlık yapıyorum. Karşılaştığım sorunlardan biri çocuklara 1 2 4 vuruşluk notaları anlatıp müziği öğretebilmek. Bizim Türk çocukları notalarla ilk kez dershanede karşılaşıyorlar, müzik ondan önce sadece dinlenilen bir şey görülen dokunulabilen bir şey değil. Oysa Hıristiyan ülkelerde durum çok farklı, küçük yaşlarından beri her pazar ayine giden çocuklar bugün benimde elimde olan notları ellerine alıp, parçalara eşlik ederek notaların vuruş değerlerini öğreniyorlar ve müzik kulakları bizimkilerden çok daha erken gelişiyor. Oysa bizde bestelenmese ezan bile kuru bir ibadete çağırmaktan ibaret. Dualar bazen belli bir ritimle okunuyor kabul ama bu kadar.)
Aralarda Papaz konuşuyor ve tekrar dualar okunuyor. Bugün Berlin'e gittiğinde aldığı bir dergiden bahsetti. Almanya'da en çok satan dergilerden biri olan 'Der Spiegel' başlığı: Yanmış(yanıp kül olmuş bitmiş): aşırı yüklenilmiş BEN. Şişmiş egolarımızdan, sürekli hem hareket halinde olup hem de ulaşılabilir olmak zorunda olan 21. yüzyıl insanının yaşadığı sıkıntı ve buna eklenen inançsızlıkla içinden çıkılamaz hale gelen durumunu anlattı. Güzel bir konuşmaydı. (her hafta bunun gibi inancın önemini vurgulayıcı bir konuşma yapıyor papaz)
Sonra tekrar dualar, arada bir el sıkışma (geçen diyalog: -seninle barış içindeyim - bende), bir kesenin içinde bağış toplama ve son. Ve bu pazar papaz bitirip üstüne değiştirmeye giderken birden yanıma geldi elimi sıktı kim olduğumu sordu. Daha önce de gelmiştim tanışmıştık dedim. Sonra daha önce geldiğimdeki esprisini patlattı, "annen mi ablan gibi duruyor ama hahaha" komik bir adam, ayin sırasında bile espri yapabiliyor =)
Yazının başında belirttiğim üzere pek çok Türk de katılıyor bu pazar ayinine. Tabi çoğu annemle muhabbet kurmuş aralarında en iyi türkçe konuşan anneciğim olunca.
Klasik konuşma döngüsü burada da yaşandı:
-senin kızın mı?
-evet
-benziyor zaten, maşallah(!) Allah bağışlasın
-hehe tşkler
-nerede okuyorsun sen?
-...
Ve inanın bu muhabbet din dil ırk farkı gözetmiyor, Almanlar da benzer şeyler söylediler =)
Sonra yanıma bir Türk amca yaklaştı, annem daha önce bahsetmişti kendisinden. 11 sene önce araştırdıktan sonra Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönen biriydi kendisi. Kısa bir tanışmadan sonra dinimi sordu, hiçbiri dedim. Annem biraz rahatsızca kıpırdansa da adam,
-bence maneviyat önemli ateistleri anlamıyorum, ama anostik(agnostik) olabilir insan dedi.
-ha onu bilmiyorum, benim dediğim Tanrı'ya inanan ama dinlere inanmayan.
-işte o benim deist
-tam bilmiyorum kızım isimlerini, ama kötü yani ateizm, hiçbir inancı olmamak falan.
-yani tabi onlar da her şeyi bilimle açıklıyorlar ona inanıyorlar saygı duymak lazım, ben manevi olarak rahat hissetmiyorum tanrı inancım olmazsa
-evet haklısın, işte bende 11 yıl önce geçtim araştırdıktan sonra, Hıristiyanlık gelişmeye açık ben mecbur muyum Müslüman olunca Arapça öğrenmeye (ortaokulda din kültürü hocam Arapça bir duayı doğru telaffuz edemediğimde konuşma bozukluğun mu var diye sormuştu, bunu anlatmamın akabinde dedi amcacım bunu).
Annemde aslında bir 45 50 sene öncesine kadar duaları hep latince okuduklarını sonradan ingilizce almanca gibi dillere çevrildiğini yazdı. İtalya'daki Vatikan tecrübelerimden bahsettim, özellikle benim içiçe olduğum sol görüşlü insanlar Berlusconi'nin Vatikan'ı politikaya alet ettiğini ve Vatikan'ın da bunu fırsat bilerek etkisini arttırdığına inanıyor.
-yoo öyle değil, onlar da daha yeni (yüzünü ekşitti) doğum kontrol hapı, kürtaj gibi konularda serbestlik tanıyan şeyler yayınladı. Hz. Muhammed çok akıllı bir adamdı ama ona bir Rahip geldi İncil'i öğretti, zaten şifozrendi öylece yeni bir din attı ortaya, yukardaki aptal mı bir din yolladıktan sonra tekrar yollasın bir tane di mi ama??
-hımm ben bu konuda yorum yapmayayım, ama bir Müslümanın ağzından konuşmam gerekirse onlar da Hıristiyanlığın ve insanlığın çok bozulduğu bir zamanda gönderildiğini söylerdim. Ayrıca Müslümanlar Kur'an'ın Cebrail'den indirildiği gibi yazıya döküldüğünden değişmediğini, İncil'in ise çok fazla bozulduğuna inanıyorlar.
-yooo öyle değil, hem Hz. Muhammed'i şeytan ve o kovulan rahip yönlendirdi..
-o kadarını bilemeyeceğim, sizin inancınızdır..
Şems Yasin'e "şeytan nedir?" diye sorar, Yasin'in cevabı: " ...dinlerin en sonuncusu ve en mükemmeli olan dinimiz der ki Adem ve Havva cennetten şeytan yüzünden kovuldu...biz de daima tetikte olmalıyız. Zira şeytan tedbil kıyafet gezmekte. Bazen bizi kumara davet eden bir kumarbaz kılığına girer, bazen de güzel bir kadın olur, bizi ayartır"
Şems: " Yalnız ne kolay işmiş! Şeytanı hep dışımızda, hep başkalarında aramak işimize geliyor değil mi? Eğer şeytan hep ayağımızı kaydırmak için fırsat kolluyorsa, biz insanların yaptığımız hatalardan dolayı kendimizi suçlamamıza ne gerek var? Hayırların hepsi Allah'tan şerlerin hepsi şeytandan deyip geçer gideriz. her halükarda kendi kendimizi sorgulayıp dönüştürmek için sebep kalmaz. ne kolaymış"
Ne kadar da doğru. İşte dinin yaptığı şey de bu bence. Her ne kadar maneviyata seslense de o yollar o kadar ritüelleştiriliyor, yozlaştırıyor ki cihad, haçlı seferleri gibi saçma şeyler çıkıyor ortaya. Hani dinde zorlama yoktu? ama bir yandan da Allah yolunda yapılan her şey mübah?
Neyse sanırım bu kadar yazacağım, umarım kimseyi kızdırmamış, gücendirmemişimdir.
p.s.: bu konuları tartışıp konuşmaya her zaman açığım aklınızda bulunsun.
Kakın sağlıcakla..
21 Ocak 2011 Cuma
bloğun yeni tasarımı hakkında
Her şey sevgülümün bana yılbaşı hediyesi olarak giydiğim anda gülme krinize girmeme neden olan çingene pembesi (abartmıyorum cidden 25m. öteden farkediliyorum=] )mantoyu almasıyla başladı.
İşte o andan itibaren pembe ve tonlarına karşı bir sempatim oluştu (hayatımda ilk kez)
bloğun rengini de buna uygun değiştirdim, bu yılımın rengi pembe !
İşte o andan itibaren pembe ve tonlarına karşı bir sempatim oluştu (hayatımda ilk kez)
bloğun rengini de buna uygun değiştirdim, bu yılımın rengi pembe !
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)