30 Haziran 2010 Çarşamba

melez, half breed, hybrid, métis/se, Mischling, υβρίδιο, гибридный , híbrido

Eveet, bugün belkide çoğunuzun merak ettiği bir konuda yazacağım; Melez Olmak!
Yeterince bilinçlenene kadar, neden yaşıtlarım bir dil konuşurken benim iki dili akıcı bir şekilde konuşmam bana garip gelmiyordu. Çoğu zaman annemin Alman olduğunu belirtme ihtiyacı bile hissetmiyordum normal geliyordu çünkü =) Ama bu durum ilkokula başladıktan sonra tamamen değişti. Hatta öyle bir hal aldı ki bu farklılığım beni rahatsız etmeye başladı. Manavgat gibi taşra bir memlekette yaşamamın bunda katkısı tabiki büyük değişik olmak hem kıskanılıyor hemde istenmiyordu. Şu anımı hiç unutmam, 3. ya da 4. sınıftaydım, ünite ünite dergiler gelirdi onlar üzerinden işlerdik dersleri. Bunların türkçe, tarih, matematik gibi bölümleri vardı. Tabi canım Türkiyem'in ilkokul çocuklarının beynini yıkayan milliyetçi tarih anlayışı bu dergilere de gayet güzel yansıtılmıştı, biz Türkler ki Orta Asya'dan gücümüze güç katarak önümüze milyonları katıp hiçbir millete boyun eğmemişizdir, ama diğerleri yok mu diğerleri, tu kaka onlar, bizim kendimizden başka dostumuz yok bu böyle biline ha bi de her Türk asker doğar vs vs vs... (milli güvenlik dersine hiç girmek istemiyorum, neyseki kırmızı kitaptaki, iç ve dış tehdit unsurları konusunda düzenlemeye gidiliyor ki bu da büyük bir adımdır kanımca) Bu bana öyle garip gelmiştir ki, eskiden tümden gelim yöntemiyle fişlerden okuma yazmayı öğrenirdik, "Ben Türk'üm" cümlesini okuyup yazmamızı istemişti hocamız, bende parmak kaldırıp "Ama öğretmenim ben Türk değilim ki..." deme cüretinde bile bulunmuşum, neyseki ilkokul hocam (buradan sevgiyle anıyorum kendisini Mustafa Hocam) pamuk gibi bir adamdı ve "tabi kızım istemezsen/değilsen yazma" demiştir.(bu anekdotu yıllar sonra bana onu ziyarete gittiğimde kendisi anlatmıştır)Neyse dergi konusuna dönersem, Tarih kısmında şöyle bir ifade geçiyordu, "Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı'nda Almanlarla işbirliği yapmıştır anlaşmalar çerçevesinde ama onlar savaş sonunda yenildileri için biz de yenik sayılmışızdır." işte bunu okuduktan sonra (diğer milliyetçi söylemleri belirtmeme gerek yok sanırım) sınıftan bir kaç arkadaşım(!) hep sizin yüzünüzden oldu diye üstüme geldiler, eve kadar ağlamadım. Eve geldiğimde ise dergiyi anne-babamın suratına fırlatarak odama gidip ağlamıştım. Sonra gelip beni yatıştırmaya çalışmışlardı, o yaştaki çocukların bu farklılığı anlamadıklarını bunu takmamam gerektiğini ve gelecekte kendimi şanslı hissedeceğimi belirtmişlerdi. O zaman buna inanmasamda şimdi kesinlikle bu görüşteyim, tamam belki politikaya atılmak istesem bu önümde bir bariyer (objektif olamayacağım düşünülebilir- ablamın başına geldi İsviçre'nin en iyi üniv. St. Gallen'deki bölümünü sırf bu yüzden Business & Economics olarak değiştirdi)ama onun dışında özellikle çift pasaportlu olmam büyük avantaj sağlıyor bana (aslında AKEPE şükürler olsun ki Libya, Suriye gibi ülkelerle vize işini kaldırdı da bu konuda endişelenmeme gerek kalmadı =P )
ne bileyim iki kültürle yetişiyorsun resmen, o kadar çok farklılık hissediyorum ki, bir de baba tarafımın Adana'dan olduğu düşünülürse.
Annem sağlam bir Alman disiplini verdi onu da belirteyim, sınıf arkadaşlarım geç saatlere kadar ayakta kalabilirken bu benim için asla ama asla geçerli değil 9 oldu mu yatağa girmem gerekiyordu (+yarım saat kitap okumam için izin sonra ışığın sönmesi gerekirdi) neyseki lise yıllarımda bu saat 9.30 + yarım saat kitap okumaya döndü =) sonra şimdiki ders konusunda çalışkanlığımı (ya da beni kızdırmak isteyenlerin tabiriyle 'inekliğim', [ki asla kabullenmem sosyal kelebekliğim gözönüne alınırsa haklıyımda] ;] ) anneme borçluyum. Okumayı çoğu sınıf arkadaşımdan geç öğrendim. 1. sınıfın şubat tatilinde annemin saatlerce okutma çalışmaları sonucunda başarıya ulaştık =)
Tabi bir de melez olduğumu söylediğimde karşılaştığım klişe sorular(yorumlar var kiii;
-annenin adı neee??
- Conni
- A bildiğimiz koni gibi yani hihi, nasıl yazılıyor ki hehe
- :@
...
-hiç domuz eti yedin mii?!
...
-almanca konuşsanaaa,
-ne diim şimdi durduk yere?
-ya de işte bişiler amma nazlısın yoksa bilmiyor musaaaann?
-pff...('.')
-benim adım nasıl okunuyorrrr Almancadaaa?? =)
vs vs vs
Sonra tabiki hangi dinden olduğum büyük bir meseleydi, önceden Müslümandım, annem kesinlikle beni Katolikliğe yöneltmeye çalışmadı (sadece kiliselere gittik bir kaç kez ve bir dua öğretti) babamın da Müslümanlıkla bayram namazları dışında hep alakası yoktu. Bende kitapsız oldum sonunda zaten (düzgün tabiriyle Deist) =)
Almanya'ya gittiğimde dayımın kızlarıyla Türk arkadaşlarımla oynadığım gibi oynamaya çalıştığımda direk ağlayıp dayımın yanına kaçarlardı, sanırım dokunmanın şiddetini ayarlayamıyordum Türk arkadaşlarım gayet karşılık veriyordu aynı şiddetle ama =)
zaman geçtikçe melez olmam çoğu insan tarafından "vay anasınıı... demek melezsin, istediğin yere gidiyorsundur o zaman Alman pasaportunla,ne güzell!!! İngilizceyi öğrenirkende zorlanmamışsındır sen şimdiii.. of ya çok şanslısın" tepkileri almaya başladım ve ben de bu farklılığımda gurur duymaya başladım.
Bu durum seçtiğim bölümü bile etkiledi bence, kendimi hep çeşitli milletler arasında diyalog sağlamaya çalışan bir insan olarak hayal ettim. Tabi hayalim zaman geçtikçe biraz daha somutlaştı ve STK'lar yoluyla gerçekleştirmek mantıklı gelmeye başladı.
Son olarak çok sevdiğim ve bu konuyla da alakalı olduğuna inandığım şarkının sözlerini paylaşacağım;
Imagine there's no Heaven
It's easy if you try
No hell below us
Above us only sky
Imagine all the people
Living for today

Imagine there's no countries
It isn't hard to do
Nothing to kill or die for
And no religion too
Imagine all the people
Living life in peace

You may say that I'm a dreamer
But I'm not the only one
I hope someday you'll join us
And the world will be as one

Imagine no possessions
I wonder if you can
No need for greed or hunger
A brotherhood of man
Imagine all the people
Sharing all the world

You may say that I'm a dreamer
But I'm not the only one
I hope someday you'll join us
And the world will live as one

Hadi kalın sağlıcakla, kucaklarım hepinizi

28 Haziran 2010 Pazartesi

The Man from Earth - Dünyalı


Merhabalar!!
geçen günlerde izlediğim bir film hakkında yazacağım(tavsiyesi için arkadaşım Umur'a tşk etmeyi borç bilirim), önce wikipedia'dan alıntı özetini geçeyim;
Üniversitede başarılı bir tarih profesörü olan John Oldman (David Lee Smith) ortada hiçbir neden yokken aniden istifa edip gitmeye hazırlanırken, veda etmek için evine gelen meslektaşları ondan bir açıklama yapmasını isterler. Önceleri suskun kalan Oldman hikâyesini anlatmaya başladığında herkesi şoke eder. Anlattığına göre profesör Oldman 14.000 yaşındadır ve bir Cro-Magnon adamı olarak mağarada başlayan yaşamı bugüne kadar süregelmiştir ve bu süre zarfında hiç yaşlanmamıştır. Bulunduğu çevrede yaşlanmadığının farkedilmemesi için de sürekli olarak yer değiştirmesi gerekmektedir. Gece boyunca anlattığı bu hikâyeye meslektaşları inanmazlar ve hikâyesini çürütmek için de sürekli sorular sorarlar, ancak bunu da başaramazlar.
200.000 $ bütçeli bir film çünkü bir oda içinde geçiyor, (biraz da tiyatro havası oluyor bu yüzden) ve aksiyon sahnesi yok.
Bu film beni zaman kavramı hakkında düşünmeye itti, filmin anahtar kelimesi bu zaten. Yaşlandıkça saniye, saat hatta günlerin çok önemi kalmaz yıl-bazlı konuşmaya başlarız. Bunu kendi konuşmalarımda da farkediyorum, bir kaç yıl öncesine kadar spesifik olarak 3. sınıf, 7. sınıfın 2. dönemi derken, artık o yılların hepsi, toptan "ilkokul yılları", bazı anılar gittikçe soluyor sadece seni en çok mutlu eden veya en çok üzen şeyleri hatırlıyorsun. Filmin bir yerinde Edith tongaya düşürmek için "John 1292 yılında neredeydin, ne yapıyordun?" diye soruyor, John "sen geçen sene bu gün ne yapıyordun?" diye cevap veriyor. Bizim yıl kavramımız, John'un 100 hatta belki 1000 yılına denk geliyor, burada da rölativite kavramı işin içine giriyor. Einstein'ın dediği gibi "bir sobanın üstünde geçirilen 1 sn. 1 yıl gibi, güzel bir kadının yanında geçirilen 1 yıl 1 sn. gibi geçer" tabi burada küçük bir nüans farkı da var ki, o zamanın ne kadar güzel geçirilmesiyle alakalı. Bu da ayrı bir şey karıştırmayayım en iyisi =)
İşin özeti izlemenizi tavsiye ederim, farklı bir bakış açısı kazanacağınıza inanıyorum, bizim 'tarz'ımızda yaşamayan insanlar gözünden görmekte güçlük çekeriz dünyayı, ama 'Dünyalı' John bize bunu mükemmel bir anlatımla, tarihi akış içinde öğretiyor...

25 Haziran 2010 Cuma

Türk Müşteri v. Diğerleri


tatilden bezdim sanırım! Şuan okuyan çoğu kişinin yüzünde kızgınlıkla karışık bir hayal kırıklığı bir kafası karışmış bi ne diyor bu densiz ifadesi var biliyorum...
ama yıllardır böyle oluyor, hatta eskiden daha kötüydü.Açıklayayım, annem ve babamla tek ortak tatilimiz şubat ayındaki 2 hafta oluyordu bir de denk gelirse bayram tatilleri (ki bunlardan biri mutlaka şubat tatiliyle birleştirilirdi), nisandan itibaren otel açıldığı için annem ve babam ben tatile girsem bile otelden ayrılamazlardı, bende mecburen otelde kalırdım, zaten arkadaşlarım bize gelmeye bayılırdı o yüzden başka yere de gitmezdik. Otel açıldıktan sonraki mayıs ve haziran ayları işkence gibi gelirdi bana. Okulda klimasız iğrenç bir hava bitmek bilmeyen 40 dakikalar ve tabiki son yazılılar ve evde beni bekleyen havuz deniz kum güneş! Gel de konsantre ol olabilirsen! Tabi bu durum üniversiteye geldikten sonra değişti, artık burayı özlemeye başladım uzakta olunca. Ama geldiğimde gene eski hamam eski tas (ki aslında çok yakınımdakiler o kadarda eski düzende devam etmediğini bilir ama neyse bu başka bir yazımın konusu olsun) abimlerinde burada olması duruma biraz baharat katsa da aynı gibi her şey, çoğu arkadaşım staj yapıyor zaten bu yaz o yüzden görüşemiyoruz bende dört gözle İstanbul'a gideyim de İKSV'de çalışayım diye bakıyorum =)
Bu sene bir kez daha "Türk müşteri v. Dİğerleri" farkını anladım, dün gece otel oturmasından geldikten sonra otelde projeksiyonda Aşk-ı Memnu finalini izleyen çekirdek çitleyen o homo sapiens topluluğuyla karşılaşınca! Aynı şoku 2 sene önce yabancı müşterilerin 0.0 bakışları arasında bağlamasında en yanık türküler eşliğinde çiğ köfte yoğuran Türk topluluğunu gördüğümde yaşamıştım. Ve o sene resepsiyonda çalışıyordum ki karşılaştığım sorular/isteklere inanamazsınız. "benim tuvaletim Cif ile temizlenecek", "bu otelde sadece bir havuz mu var"," gece çorbası içmek için uyandırma alabilir miyiz","biz üç aile geldik yanyana üst kat deniz ve havuz gören oda istiyoruz" (ki bizim odaların hiç biri deniz görmüyor öyle bir problem var =] )
sonra en bombası günlük hayatta işe yarayan "mevkii"lerini bize satmaya çalışmaları, sanki bir oda kiralayınca tüm oteli satın almış oluyorlar gibi of kafalarını duvara sürtesim geliyor ki sormayın!özellikle de çocukları, tamam yavrum görmüşsün havuzu güzel, içine neden s*çıyorsun??!! Zaten boğulmaktan kurtardığım onca çocuktan daha önce bahsetmiştim.Ve şuanda gördüm bilardo masasının üstünde masatenisi oynuyor çocuklar of Tanrım!!

21 Haziran 2010 Pazartesi

İstanbul; büyüksün!


gene yazamadım bir kaç gündür, ama bu sefer gerçekten güzel mazeretlerim mevcut =)
16 haziran akşamı, abimler geldiler sonunda İstanbul'a 1 saatlik bekleyişim, Daum'un gelişi ile şenlendi, bir tabir-i caizse gazeteciler ordusu gelişini bekliyordu bende onların arkasına geçmiş normal şartlar altında beklememin yasak olduğu alanda bekleme yapıyordum ki çıkageldi, aha geliyor geliyor diye içerden uçakla onunla beraber seyahat eden gazeteciler haber vermişlerdi anlaşılan ki, röportaj yapacak genç kızımız kalıp halinde çıkması muhtemel makyajının üstünden bir kez daha fırça darbeleriyle geçti, kamera ışıkları açıldı mikrofon kontrol edildi ve geldi Daum. Açıkçası tam beklediğim gibiydi, "aneeemm, bu ne kadar kısaymış yea" gibi triplerim olmayacak =)
çektiler adamı bir köşeye karısı geride kaldı bavullarını taşıyan adamla birlikte neredeyse 20 dakikaya yakın röportaj yaptılar artık ne sordularsa, belli zaten gönderecekler adamı bu hezimetten sonra, zaten suç çoğunlukla teknik direktörün üstüne yıkılır ülkemde, özellikle "kıl-payı" kaçan şampiyonluklarda ;)
Neyse sonrasında abiler geldi, kız arkadaşı, eski ev arkadaşı ve onun kız arkadaşıyla. metro-hafif raylı yolunu takip ederek Sultanahmet'e vardık otellerine yerleştirdim ve bende kaldığım eve döndüm, ilk gün tarihi yarım ada turu yaptık ki gece yattığımda ağrıdan ayak bileğimi bile oynatamıyordum =) gerçektende "dile" kolay, Aya Sofya, Yerebatan Sarnıcı, Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Nevizade'de balık! pestilim çıktı pestilim! sonraki gün nispeten(!) daha az yorulduk, İstanbullu arkadaşlarımın direktifleri doğrultusunda Heybeli Ada'ya gittik piknik malzemeleri aldık mesire alanında martıların delici bakışları arasında yaptık pikniğimizi, (geçen sene staj yaptığım hayvan ambulansında bir kez martı ihbarına gitmiştik, bu yazdığım bazılarınızın midesini bulandırabilir, bir kanadının altı tamamen kurtlanmıştı ve o kanadın kesilmesi gerekiyordu tabi bu halde 500.000 köpek ve bir o kadar da kedi nüfuslu İstanbul'da yaşama şansı olmayacağını takdir edersiniz ve ellerimin arasında uyutmuştuk o martıyı içim hala acıyor bu yüzden martılara artık hüzümle karışık bir şekilde bakıyorum)
sonra 5tl ye girdiğimiz bir plajımsı yere gittik sadece şezlong ve bir kırık coca-cola şemsiyesi vardı idare ettik bir şekilde. deniz bana soğuk geldi ve girmedim ama abimler bayıldılar, oradan Kadıköy'e gittik, meşhur Çiya'da kebapları afiyetle Götürdük =)
üçüncü gün ise gene hareketliydi, bela paratoneri olan bendeniz gene tüm aksilikleri çekip yanlış bir otobüse binik İstanbul turu yaptım ve buluşmamıza 20 dakika geç kaldım, neyseki benim uysal gezi grubum uslu uslu beklemişler gölgede tam dediğim yerde =)
Dolmabahçe, Ortaköy ve Boğaz Turu'ndan sonra, Taksim'e gittik, İsviçre'de TopShop olmaması itibariyle, abimin kız arkadaşı ve Janine oraya girmek istediler ama çıkmak bilmediler bizde abimle çöktük dükkanın önüne gelen geçenlere baktık, tabi baya Beşiktaşlı gördüm R. Q7'nın gelmesi şerefine, stadı doldurmuştu sevgili taraftarlarım, içimdeki tekrar kombine alma sevdası çoştu umarım benimle gelecek birilerini bulurum =/ SUBjk'de tanıdığım çoğu kişinin mezun olması bunu zorlaştırsa da neyse.. tabi benimkiler merak etti İnönü'nün yanından geçerken tüm bu çoşkunun sebebini, "yeni bir oyuncu aldık onun imza töreni var" demem onlara pek bir şey ifade etmedi sanırım =)
Neyse Top Shopla ilgili yorumlarıma dönecek olursam, bu bahsettiğim iki xx kromozomlu vatandaş içeriden çıkmak bilmediler ve sonuç; 1 adet tişört alınmıştı yalnızca!!! Sanırım ben biraz garip bir xx kromozomluyum, tamam alışverişe asla hayır demem ama 1 saaten fazlası beni yorar direk gözüm bir ÖzSüt bir Mado aramaya başlar, özellikle belli bir yaştan sonra bir insanın ona yakışıp yakışmayacak şeyleri şıp diye gözünden tanıması gerektiğine inanırım. Mesela beni ele alalım, kolları ve uzunluğu (başka kelime bulamadım) yeterince uzun olmayan tişörtleri hayatta almam bilirim yakışmadığını, ya da yün giyemem, direk göbeğim ortaya çıkar ve kaşıntım başlar =) ve bunun gibi bir kaç şey daha, demem odur ki kendimi ve fiziğimi tanırım ona göre bana yakışacak ve yakışmayacak şeyi max. ilk 10 saniye içinde kesin olarak bilirim (bu kadar da iddialıyım). Ki bu dediğimin sürekli alışverişe çıkanlar için daha da hızlı olduğuna inanırım ama genede çoğu xx kromozomlu kıyafetin orasını burasını çekiştirmeden karar veremezler bir türlü. Bir yanda da consumerism (tüketimi özendiricilik) hakkında yaptığım projeden sonra o kadar da ihtiyacım yokken alışveriş yapmak inanılmaz salakça geliyor, her senenin sonunda Sabacının gözünü sevdiğim yurt sistemi sayesinde(!) bu saçmalığın bir kez daha farkına varıyorum. İki bavul ve neredeyse 2 koliye yakın kıyafetim çıkıyor ki içim acıyor. Tabi giymediğim kıyafetleri ya da küçülenleri dağıtıyoruz ama genede kızıyorum kendime.
Neyse bu ayrı bir konu belki sonradan ele alırım yeri geldiğinde ;) Janine'ye camilerde kadın ve erkeklerin ayrı yerlerde dua etmek/namaz kılmak zorunda olması garip gelmiş ve bunu haksızlık olarak gördü, bense yüzümde üzgün bir tebessümle doğu ve güneydoğu anadoludaki durumu anlattım ki gözlerinin her geçen saniye hayretle daha fazla büyümesini seyrettim. maalesef Avrupa'nın bazı yerlerinde yaşayan insanlar gerçektende fildişi kulelerde yaşıyorlar ve doğudaki durum hakkında en ufak bir fikirleri yok. Bu da tabiki İslam'dan korkma onu sadece terörle ilişkilendirme sonucu da olabilir. İçinde olan dinamikleri bilmek bile istemiyorlar ki zaten İsviçre'deki minare krizinin devamı da geliyor. Huntington acaba haklı mı diye düşünmeden edemiyor insan.
Of gene karıştırdım konuları =) neyse son olarak notlarım güzel geldi ve ortalamamı bir 0.05 puan daha arttırabildim ve High Honoured student sınırına biraz daha yaklaştım ama seneye şubatta zaten yurtdışı başvurularımı yapacağım düşünülürse pek de bir önemi olmayacak seneye ilk dönem alacağım notların.
artık çıkıp hazırlanmalıyım, akşam yeni açılan bir yerde kebap yiyecekmişiz yeppaaa!!

15 Haziran 2010 Salı

stk'ya köpürme, iç hesaplaşma, Arter & Robin Hood

sonunda tatil, tabi bu tatil biraz daha farklı diğerlerinden çünkü staj yapacağım ve geçen yaz olduğu gibi dolu dolu geçecek!
3.5 aylık tatilin 1 ayında Barınak Gönüllüleri Derneği'nde hayvan kurtarma ambulansında ve 1.5 ayını Londra'nın iyi okullarında olan LSE'de 2 ders alarak değerlendirdim ve çok şön oldu kanımca =)
ilk kez yurtdışında bu kadar uzun süre kaldım, kendimi "of şurayı da kazıp kazıp bitiremediler define mi arıyor bu devlet" derken bulduğumda gülümsedim ve artık gitme vaktinin geldiğini anladım fazla alışmaya başlamış hatta bunun üst levıl'ı olan şikayet etme evresine girmiştim =)
bir yandan domuz gribi paranoyası diğer yandan alışık olmadığım yağmurlu bir hava ama uyumayan bir şehirdi Londra fırsatım olursa mutlaka tekrar gideceğim.
yazı biraz kopuk oluyor farkındayım idare edin tatil laçkalığı
Dostlarım, hayat zor. Bu iki kelime farklı kombinasyonlarla kimi zaman şairane şekilde yanyana gelmiş ve işin özünde bu anlatılmak istenmiştir. İnsanı bu denli kederlendiren hüzünlendiren kitaplar, şiirler yazıp filmler çekmeye yönelten bu duyguyu mezun olmama bir sene kalmışken daha çok hissediyorum. geçen cuma günü uluslararsı af örgütü ve greenpeace ile görüşmeye gittim. Kariyerimi, girişkenliğim, konuşkanlığım, dil yeteneğim, okumayı araştırmayı analiz etmeyi seven kişiliğim ve bu dünyaya 'yardım' etmek için geldiğime inanmam dolayısıyla STK (sivil toplum kuruluşları) üstüne kurmak istiyorum, tabi eğer akademik yol daha cazip gelmezse.
Özel bir şirkette çalışmanın bana mutluluk vereceğine inanmıyorum, çünküü en nihayetinde tüm çabam patronumun daha fazla para kazanması ile sonuçlanacak, her ne kadar bir işi başarmanın hazzını da yaşayacak olsam. Bu ecstasy tadında bir mutluluk olacak gibime geliyor. Yapı olarak da rahat bir insanım, bu yüzden STK'ların rahat çalışma ortamı beni cezbediyor bunu da itiraf edeyim yeri gelmişken ;)
tabi STK'ların belkide bazılarına 'laçka' gelen ortamının tabiri caizse "down-side"ları var ki bunu geçen cuma tecrübe ettim!
çalışmak için kesinlikle para istemediğimi belirtmeme rağmen çoğu stk'dan maillerime cevap gelmedi. Cevap gelen yerlerden biri Greenpeace'ti fakat 2 3 mailime cevap alamayınca bende kalktım gittim "aa ama Oya Hanım ben size bugüne mi randevu vermiştim?!! stajla ilgilenen X Hanım bugün yokki tühh, siz en iyisi pazartesi günü tekrar gelin" demesin mi!!Amnesty'de de arkadaşımın Seda'nın tabiriyle "causal friday" havası hakimdi, stajla ilgilenen X2 Hanım yerlerinde yoktular, ki zaten önceden mail atmış olmam gerekiyordu geç kalmışım!Çok önceden mail attım ama bana dönmediniz dedim, "evet haklısınız, işte bizimkisi de yoğunluk kem küm ehe ehi..."
gerçekten bazen kavramakta zorlanıyorum, STK işi gerçekten zor ama sizin insan emeği ve gücüne ihtiyacınız var ve bunu teklif eden bir insanın neden böyle hevesini kırıyorsunuz?! Neyse belki HBK'nın dediği gibi Türkiye'de sivil toplum yok! Varsa da kurumsallaşamamış ve bu da bana yansıyor, ve yurtdışı bana göz kırpıyor.Bu flörte karşılık vereceğim bu gidişte her ne kadar başta annem olmak üzere bilimum yakınımdaki insan benim yurtdışına gidip onları 'bırakmamı' hoş karşılamasa da =/
İşte böyle düşünceler var kafamda, üniversite tercihlerimden sonra bu da başka bir yol ayrımı olacak benim için,Türkiye/Avrupa/Amerika/Uzak doğu'da master mı, çalışma hayatı mı? Otele dönmeyi düşünmüyorum şimdilik okuduğum bölümle ve şimdiki kapasitemle tamamen ilgisiz bir meslek turizmcilik.
*neyse iç hesaplaşmalarımla sizi daha fazla yormayıp gittiğim bir sergiden ve filmden bahsedeyim. Vehbi Koç Vakfı Taksim'de Çağdaş Sanat sergisi açmış ki gerçekten görülmeye değer adı Arter. Hatta içerdeyken kameraya çekildim merdiven çıkarken umarım üstümde çok oynamazlar =) özellikle Türk sanatçılar cinsiyet kavramı ve Türk erkeğinin kadın üstündeki baskısına güzel vurgular yapmış, "All you know about Turkish men is real" yazısını yuvarlak oyalarla işleyip bu yazıyı oluşturmuşlar baya başarılı buldum. Bir kaç şekilden şekile sokulmuş kırılmış pianoyu gördüğümde için acımadı değil ama müzik icra etmek nasıl bir sanatsa, bu da başka bir dal, zaten çoğu insanın sanata yeterince değer vermediği düşünürse sanatçıların diğer sanat dallarına değer vermediği bir dünya çekilmez olur kanısındayım. Gidip görün giriş ücretsiz.
*Robin Hood hikayesi/masalı Russel Crow'un başarılı oyunculuğuyla tatmin edici bir şekilde izleyicilerin beğenisine savunmuş. Tek sorunum filmin adıyla, bence Robin Hood- The beginning falan olabilirdi, bkz. Hannibal/ X-Men The beginning.
çünkü RObin Hood olma sürecini izliyoruz filme, bense başka beklentilerle girmiştim, şu zenginden alıp fakire verme hikayesi 1 dakika sürmeyen bir şekilde filmin alakasız bir yerinde gösterilmiş biraz 'çiğ' durmuş. Ama genel olarak feodal İngiltere yapısını sivil savaş atmosferini falan vermiş (her ne kadar Fransız Kralı, "it does not seem to me as a country that is in a civil war situation" desede ;) )
*Yalnız ben yazı(i.e. denizi, havuzu, dondurmayı, oteli...) baya baya özlemişim yav, bu tarihlerde çoktan 734853 kere denize çivileme dalmış yüzlerce metre yüzmüş ve 2 kez hastalık geçirme tehlikesi atlatmıştım, ama gel gör ki abimlerin gelecek olması dolayısıyla sabancı'nın suni ortamından hala kurtulamadım =/
Bob Marley, Could you be loved?'unu dinlemem tabi bu durumuma pozitif bir etki yapmamakta şuanda, neyse.
bir film izleyip kendime geleyim bari, hadin keyifli günler..

14 Haziran 2010 Pazartesi

Farewell b3 1o4


Odamda son dakikalarım ve bunun keyfini çıkara çıkara 250 günü aşkın zamandır yaşadığım yerde bu girişi yazmayı uygun buldum. Eylül ayının taa başıydı buraya geldiğim gün, ilk kez tanıdığım bildiğim biriyle kalmanın heyecanı vardı içimde (11 oda arkadaşı değiştirdiğim düşünülürse;] ) odanın yeri ve manzarası hakkında gelmeden tahminlerim vardı , bu binanın bir üst katında 201 no'lu odada kalmıştım hazırlık senemde. ve 104 çift sayı olduğundan diğer tarafa baktığını biliyordum, ama bu kadar mükemmel güneş batışlarına ve gece ışık oyunlarına şahit olacağımı tahmin etmiyordum. belkide kaldığım en güzel odaydı.şuanda bomboş ve bu içimi acıtıyor, sabacı'nın bu sistemine hem hak veriyorum hemde "yea zaten seneyede iki kişilik yurtta kalacağız nolcak kalsa eşyalarımız içerde pff" demekten kendimi alamıyorum. ilgin. bir durum işte benimkiside =]
umarım gelecek sene taşınanlar en az bizim bildiğimiz kadar bilirler bu odanın kıymetini, hem havuza hem yemekhaneye bu kadar yakın, öğleden sonra güneş alan oda zor bulunur. tamam belki yapılan ilk yurt olduğu için pek çok arıza çıkıyor (dile kolay 10 yıllık bina) genede burayı çok sevdim bu odanın önünden geçerken hep bu bulunduğum odaya gıptayla baktım ve sonunda benim oldu =)
umarım seneye gene sürgün yiyip b11 veya b9 yurduna sürülmeyiz!
bu sefer başlığı yazımdan önce attım o yüzden konu dışına çıkamıyorum sevgili blog, sevgili okur ;]
yeni bir yazıda, buharlaşıp yok olmazsam görüşmek üzere...