30 Mayıs 2010 Pazar

evim evim evim (2)


aslında hiç ama hiiçççç yazmaya niyetim yoktu, ta kii, dünkü eurovision birincisi şarkı satellite şarkısı keyfimi yerine getirene ve yaşadığım bir olayın benim "karma" ya olan inancımı tetikleyene kadar.
Şarkı o kadar neşe dolu ki ister istemez dinlerken ayağımı, bacağımı başımı sallamaya başlıyorum =)
evim evim evim yazısına devam etmem istenmişti sevgili takipçilerimden birinden, kafam çok dağınık ama konuyu bu dağınıklıktan uzak tutup düzgün düzgün (söz konusu olan benim nasıl olacak düzgün düzgün bilemiyorum ama =) ) yazmaya çalışacağım.
Bugün kalktım gene kütüphaneye gitmek için sonra cip güneş günü olduğunu hatırladım.Bilmeyen için küçük bir bilgilendirme yapmalıyım, cip bizim toplumsal duyarlılık projemizin kısaltması (civic involvement projects), sabancı'ya gelen her öğrencinin geçmesi gereke bir nevi 'ders'tir kendisi. Yaşlı, engelli, çevre, cinsellik, çocuk, hayvan hakları... gibi projelerden sana uyanı seçiyorsun, her hafta gitmek şartıyla, seçilen huzur evi, okul, barınak vs vs gidip yardımcı oluyorsun elinden geldiğince. Benimki de kurum çocuktu ve güzel anılarım var ama şuanda 'düzgün düzgün yazma' etiğine uygun davranarak konuyu toparlıyorum gene =)
işte bu tüm yaşlılar, çocuklar yılın bir günü 'güneş günü' etkinliğinde bir araya geliyorlar oyunlar oynatılıyor, film izletiliyor ve 300-500 delilen çıldırma hareketine giriyorlar, yüzlerce çocuk bizim üniversite merkezi önünde zıpzıp zıplamaya başlıyorlar ki akıllara zarar. Spor yapan bir insan olmama rağmen benim katıldığım güneş gününden 2 gün sonrasına kadar kendine gelememiştim, tabi bu içimdeki çocuğun hala ölmeyip tüm aktiviteleri yerinde katılmamla da alakalı olabilir, o yüzden benim grup gün boyu benim adımın tezahüratını yapmıştı ;)
Neyse işte ben bu aktiviteden nasibimi aldığım için kenardan köşeden kaçmayı planladığım için öğlene kadar odada durayım dedim. Merveşim kalktı, sonra muhabbet döndü dolaştı benim otel anılarıma geldi gene.
Bizim otelin 'havuz barı' adına yaraşır bir şekilde çocuk havuzunun dibinde ve gariban ben barmenlerin antre saatinde duruyordum o barda. Tabi öğleden sonra 14-17 arasına tekabül eden bu saat tahmin edebileceğiniz gibi en yoğun saatlere denk geliyordu. Çoğu müşterinin tatile gelince çocuğunu unutma psikoloji yüzeye çıkar sevgili okuyucular, ve bilin bakalım bundan en çok nasibini kim alır? tabiki ben!
boğulmak üzereyken kurtardığım çocuk sayısının haddi hesabı yok,
aynen şöyle işliyor prosedür, çocuk ağlar zırlar ben havuza girçem banne banne diye mecburen güneş banyosunu keser ve çocuğu havuza getirir sevgili ebeveyn, evet şimdi bu noktaya dikkat, otelin marketinden alınmış 3. kalite Çin ithali simitin içine sokulur çocuk ve tekrar güneş banyosu yapmaya döner sevgili 'ebeveyn'
nassa bişi olmaz döt kadar havuz mantığı vardır bu 'ebeveyn'de.
çocuk öne arkaya sallanmaya başladı mı benim için tehlike zilleri çalmaya başlar aha düştü düşecek derken bakarım kafa içerde gluk gluk sesleri çıkmaya başlamıştır bile, tabi ben hazırlıklıyım artık içimde mayoyla dolaşıyorum pişik oluyorum o sıcakta hemen koşup çıkarıyorum ve mekanikleşmiş hareketlerle ilk yardımını yapıyorum (ilk yardım derken biraz abarttım, çocuğun kilosuna bağlı olarak ters çevirip iki sallıyorum) koşup(!) gelen ebeveyn bana tşk edeceğine çocuğuna çıkışmaya başlar!!!
işte böyle sevgili okuyucu bu da böyle bir anımdı ve sabah merveye anlatıyordum sonra bizim okulun havuz başına gittik ki ne göreyim babanın biri çocuğu almış kucağına 'hanım şunun çorapları çıkar da havuza sokayım ayaklarını' demesin mi!! işte başımdan aşağı kaynar sular döküldüğü andır o an!

25 Mayıs 2010 Salı

kolpa bir yazı

aşağıdan çamaşırlarımı alana kadar yarım saat bir vaktim var yazayım bari,
aslında bu blog yazma işini böyle sıkışık bir zamana bırakmak istemezdim ama malum üniversite yıllarının en keskin ve son virajlarının olduğu final dönemindeyim ve cuma cumartesi pazar süren şenlikliğimiz (resmen renkli ışıklardan, zıplamaktan, içmekten bezdim bünye antremanlı değil) yazdığım iki makale staj işleri falan derken ders çalışamadım da doğru düzgün haliyle buraya yazmaya da fırsatım olmuyor. Ayrıca birazda ruhsal fırtınalar yaşadığım bir zamanda, 9 yaşımdan beri tuttuğum günlüğe yazmak daha mantıklı geliyor ;)
LOST bitti a dostlar, dün gece yüreğim ağzımda izledim normal bir sezon finali olmuş, izlememiş olanlar bundan sonrasını okumasınlar!
Sevenler kavuştu, uzun zamandır izlemediğim kadar çok öpüşme sahnesi izlemiş oldum, başladığı yere döndü Jack gözlerini kapattı Vincent yanında yatarken ve bitti... Taa okula ilk geldiğim Amerikan dizi mi? O ne , Amerikan dizisi ne arar la burda? =)) dediğim dönemlerde benim ilk gözağrım olmuştu kendisi, o zamanlar 3. sezonun 6. bölümünde takılmıştı dizi benimde işime yaradı yetişip haftası haftasına izleyebilmeye başladım. Sanırım kendisi favori dizim. sonra how i met geldi o da favorilerim arasında, nip/tuck ile Amerikan kültürür yapış yapış dünyasına ve biz xx kromozomluların dış güzellik takıntılı hayatına göz atmış oldum.
bu arada bende saçlarımın uçlarını kızıla boyattım.genelde depresyon alameti olarak görülsede, depresyonda olan biri varsa o da kuaförüm Serdar Abi =) Tabi benimde özgür iradem devredeydi ama genede neden yaptığım konusunda hiç bir fikrim yok tamamen spontane gelişti. Babam daha görmedi ve acaba beni yurtdışına gönderir mi master için gibi tilkiler dolaşmaya başladı kafamda, "ne kız bu kırmızı komunist mi olacaksın başımıza" diyen sesini duyar gibiyim =) bir de master'a hong kong'a gitmek istediğim düşünürse bu endişesini anlayışla karşılamak gerek kanısındayım ;) babam şeker gibidir ya kıyamaz zaten bana da lafını da esirgemez (ya da annem aracılığıyla gönderme yapar;) )
Şenlik günleri yağmurluydu, anlaşılan cuma Mikail ile yaptığım konuşma gene ters tepti! Ömrümün hiç bir döneminde anlaşamayacağız gibi bir his var içimde. neyse yağmurlu da olsa, kızıl saçlarımı savura savura, siyah ojeli parmaklarımla \m/ işareti yapmak Harun'un (MVÖ) gözlerinin içine baka baka "daha mutlu olamaaaaaam bu akşam" diye tabiri caizse anırmak (gün boyu neredeyse tüm çalınan şarkılara eşlik ettim insaf) paha biçilmezdi!!
Şenlik ortamı da değişik bir şey arkadaş, normalde laptuşları başından ayrılmayan sabancı üni. mensubu öğrenciler, bunun acısını çıkarmak ister gibi sonuna kadar tadını çıkarmadan terketmezler şenlik alanını. Birazda clubber gençlik havası sezdim ama zararı yok =)
Levent Yüksel'i mütevaziliği, magazinel olmaması, anlamlı sözleri olan şarkılarından dolayı zaten severdim, sahne performası da fena değildi, canlı dinleme fırsatı bulduğum için mesudum.
Ama bunların hepsi, arkadaşlarımla anlam kazandı, katılımlarından dolayı tşk etmeyi borç bilirim =)
neyse çamaşırlarımı almam gerek,
p.s.:baya kolpa bir yazı oldu farkındayım,
p.s.:kafam bir rahata ersin teması olan yazılar yazacağım anekdotlarımı da katarak tabi kiiii =P

17 Mayıs 2010 Pazartesi

M.A.L.


İtalya'dan kabul geldiiiiiii, cuma günümün güzel başlangıcı böyle oldu uçarcasına servislere gittim yanıma hum 202 (major works of western art) asistanım oturdu, tabi ben bir heyecan ona da anlattım Napoli'ye gittiğimde, zaten dersin çoğu büyük eseri İtalya'dandı baya sevindi onları yerinde göreceğim için ve eklemeden edemedi "Napoli'nin sahilleri de güzel olur he"=) benim tabi zaten normal zamanda da yüksek olan hayal gücüm ultra düzeyde çalışmaya başladı mı, resmen serotoninimin doruklarındaydım ki Victor H. baba saolsun baya içli yazmış "Bir İdam Mahkumunun Son Günü" kitabını biraz sakinleşebildim Kadıköy'e varana kadar. Dostum D. ile buluşana kadar bende bağımlılık yaratan wc'ye bile giderken telefonla girip oyunun 1 level'ını bitirmeden çıkmama neden olan bubble town oyununu oynadım, geldiler gittik güzel bir cafede gene iqsu 100 civarı olduğunu tahmin ettiğim (acımasızım evet) garson eşliğinde hafif rüzgar eşliğin meyveli sodalarımızı hüplettik (yudumladık bekliyordun di mii =P )beni ilişki doktorası yapmış kabul eden dostumun sorunlarına değindik bu tiğ işlerin savaş değil barıştan yana olduğunu, strateji üretip sonuca ulaşıp karşındakini mat etmeye yönelik olmadığını belirtmeme rağmen 2 çift heyecanlı göz genede strateji bekledi benden bende tabiki hemcinslerime hiç kıyamam ve elimden geldiğince yardım ettim =) sonrasında D ile beraber lise üstdönemimden iki arkadaşım K. ve M. ile buluştuk(isimlerini zikretmeyeceğim) Kadıköy'ümüzün meşhur mekanı arka odada biraz demlenip, hangi festivale (seçenekler, Avcılar (çok uzak bea abi bedava ama), Göztepe-Marmara-Athena (ya çoluk çocuk geliyor biletler biletixten satılalıberi) Roxy- depeche mode( aman pahalı olur bea) )gitsek diye düşünürken kendimizi tekel bayiisinde bulduk ve dostum M.'nin süper havadar balkonunda elimizde cipsler ve biralarla bulduk kendimizi.
manavgat küçük yer azizim, bir yerden tanıyor herkes birilerini, son manavgat dedikoduları gırla gitti "yavanlamak" dedi mesela K. ve herkes güldü, siz tabe anlamadınız şimdi ne yazdı bu Oye dediniz, yavanlamak=saçmalak, geyik, soğuk espri. yaa ama işte ambiyansın güzelliği buydu çevrelerimiz esprilerimiz aynı açıklama ihtiyacı yok doyasıya gülüyorsun,
aslında biraz da kızmıştım aileme özellikle İstanbul'da üniversiteye gelince Koç Lisesi, Mekteb-i Sultani, Alman Lises vb.'lerinden arkadaşlarım oldu ve ne kadar ezber bir eğitimim olduğunu farkettim, ben düşünmeyi sorgulamayı, soru sormayı üniversitede öğrendim onlar ise zaten biliyorlarmış buraya gelmeden kendimi ezik hissetmedim değil, ama bizim MAL'ın havası da bir farklıydı arkadaşım (MAL>Manavgat Anadolu Lisesi) yanlış hatırlamıyorsam 1992'de Manavgat Lisesi bünyesinde açılmış ve 1999-2000 öğrenim senesinde Şahin Tepesi denen yere taşınmıştı. Efsanevi hocalarından beri Hakan Hoca (lakabı einstein - kendisi öğrencisiyle evlenmiştir sonrasında Ankara'ya taşınmıştır)sadece hazırlıkta gittiğim fizik kursunda dersine girme fırsatı buldum ve gerçekten anlatıldığı kadar varmış
Semra hocam vardı mesela tarihin korkulacak bir yanı olmadığını anlamıştım sayesinde hala açar tarih okurum öyle sevdirmiştir yani. İlk derste söylediklerini unutamıyorum, beni diğer tarih hocaları gibi sanmayın size olayın özetini vereceğim bağlantılar kuracağım, diğerleri gibi tembellik edip size anlattırmam güzel güzel anlatır çıkarım anlarsınız aklınızda da kalır. Ha sınavları da dert etmeyin ne benim soyadım? Çizmeci yani sınavlarda çizmeli olacak altını çizeceksiniz, işaretleyeceksiniz kısa cevaplılar olacak onları dert etmeyin. İlk günden sempatimi kazandı asla unutmayacağım insanlardandır. Gülay hocam vardı mesela edebiyat hocam, yeşil başlı ördek'le ilgili sevgiliye yazılan bir şiiri katetmiştik sınıfta hocamızı da gülmekten öldürmüştük =)Lise edebiyat derslerinin klasik ilk ödevi olan İstiklal Marşı'ndaki uyakları, söz sanatlarını bulma ödevini yapmayan 5 6 arkadaşıma her söz sanatıyla ilgili 20 örnek bulma ödevi vermişti ve bu arkadaşlarım hala tüm söz sanatlarına acayip hakimler =) Sonra kendisi dershanede de hocam olmuştur çok severim kendisini.
Of sonra efsane Alparslan hocamız vardır mesela, kendisi 1.95 boyunda baya esmer gür sesli almanca hocamızdı, birde manavgatta şöyle bir ironi var, Alparslan hoca gibi baya esmer (zenciden hallice) insanların köyünün adı SARILAR =)) neyse işte bu hocamız gür sesini güzel eğitmiş ve doğal olarak şarkı söylemeye bayılır(mezuniyet törenlerinin vazgeçilmez solosu) bizim sınıfın cıvık erkekleri de türk san'at musiikisinden mırıldanmaya başladılar mı hoca sınıfı üçe böler elini höle höle salladığında en sağdaki grup söylemeye başlar, sonra onlara sus işareti yapar ortadaki grup başlar bu sefer =) of kaç dersi yedik böyle, birde hiç acıması yoktu erkeklere çat çat vururdu sırtlarına kaburgalarında o şiddetten dolayı sıkışan havanın sesini duyardık resmen =) o gövdeyle pamuk gibi bir kalbi var kendisinin hala babamı gördükçe sorar beni selamlaşırız babam aracılığıyla.
...ve tabiki sınıfım, 17 kişiydik hepimiz farklıydık yahu, dindarımız da vardı, at yarışı manyağımızda, asker çocuğumuzda, Bayırlı goca manavgatlımızda, rockerımız, matematik profumuz, sporcularımız da...ama en önemlisi tertemiz kalpli 17 kişiydik arkadaştık, o sınıfta kimin yanına otursan aynı dikkatle seni dinlerdi, ve hepsiyle konuşacak ayrı bir şeyim olurdu. Kimiyle oturur futbol tartışır, kimiyle gider bağıra bağıra şarkı söylerdim...
özetle güzeldi bea lise yıllarım özlüyorum...

13 Mayıs 2010 Perşembe

tarif, italya, paper...


merhaba dostlar,
sevgili arkadaşım Ati'nin "belli bir süre sonra bloğunu okuduğumda nokta nokta görüyorum" diye uyarlamasına istinaden değiştirdim bloğun şablonunu umarım iyi olmuştur. Gerçi yukarıya koyduğum resim, a clockwork orange'daki alex'i hatırlattı biraz ama, makyajım bir garip neyse belkide sadece ben farkediyorumdur =)
bugün spontane bir şekilde merveşimin yüzüne bakarken ilham aldığım bir tarifi paylaşmak istiyorum sizinle, hazırlaması 7 dk pişmesi 2 yemesi 3 dk ama inanılmaz lezzzzzeetttlliiiii!!! kaşar peyniri tereyağı rendelenir içine tel peynir dilimlenir kekik ve zeytin yağı eklenir dilimlenmiş ekmeklerin üstüne sürülür, mikrodalgaya yarım dk. sürülür ve afiyetle yenir. Eğer kalorisinden korkuyorsanız Star Haber Uğur Dündar'ı açın, o sinirlendikçe ya sinirlenin ya gülün ikiside kalori harcamanıza neden olur veya daha yavaş yemenizi sağlar ;)
bugün staj görüşmem vardı Legambiente adında bir sivil toplum örgütü için. Ana yeri Roma'da yaniiiiiiiii 1 ay kadar çoğunluğun mütabakat sağladığı üzere Avrupa'nın en güzel şehri kabul edilen yerde olacağım, hala inanamıyorum rüya gibiiiiii =)
tabi daha cevap vermediler ama kısa zamanda bana döneceklerini söylediler bakalım ;)
bunun dışında pols paperı bitti yarın ilk draftını hocaya vereceğim bakalım nasıl bulacak, sabrişe karşı yüzüm ak olur umarım o kağıdı okuduktan sonra =)
cumartesi günü Bilgi Üni. de BGD standında görev yapacağım sanırım bakalım
cumartesi günü de istanbul 2010 kültür başkenti etkinlikleri kapsamında sivil toplum veörgütlenme alanında kapasite geliştirme eğitimi olacak ona da başvurdum.
Of ne çok şey var, daha İtalyanca öğrenmek gitmeden önce =P
bugünlük bu kadar uykum geldiii

10 Mayıs 2010 Pazartesi

laptuş-addict, piano player oye & baykal

Baykal konusunda benim de toplumsal ve SİYASAL bilimler öğrencisi olarak söyleyecek iki çift sözüm var ama ondan önce son 2 saatte yaşadığım iki olayı aktarmak isterim sevgili okuyucu!
Pols 491 European Politics makalemi yazıyorum günlerdir, şükür 12. sayfadayım ve hoca 15-20 sayfa arası olsun kafi dediğinden bende 15.5 sayfa yazıp bırakacağım ;] neyse paraphrasing yapmam gereken yerler vardı bende bir a4 sayfasını laptop ekranımın üstüne koydum oradan baka baka değiştirip yazıyordum ki öbür sayfayı bitirip öbür sayfaya geçmem gerekiyordu peki ben ne yaptım? elime diğer sayfayı almak yerine mouse ile scroll yapıp sayfayı değiştirmeye çalıştım :] evet fazla laptuş-addict bir insan oldum biliyorum.
Yaklaşık 2 saat öncede yolda bildiğim tüm olumlu enerji dualarını ederek piano odasına ilerledim ve işe yaramış olacakki boştu, girdim çalmaya başladım tam Chopin Valse'in sonuna yaklaşmış kaptırmış kopmuş kendinden geçmiş çalarken, kapı çaldı kim bu münasebetsiz diye düşünürken birden kapı açıldı ve kapının kolunu az geçen boyuyla gözlüklü bir kız "çok güzel çalıyorsun" dedi, tşk ettim, kız daha notalarıma bakmadan dinlediğinden valse çaldığımı anlamış ve "benim 9 yaşımdaki bir arkadaşım da valse çalıyor" dedi. oo ne güzel sen neler çalıyorsun dedim "für elise sen biliyor musun?" dedi tabiki çalmak ister misin dedim, başını sallamasıyla tabureye oturması bir oldu ve başladı çalmaya, daha pedal kullanamasa da gayet keyifli bir dinletiydi, sonra hocası geldi tebriklerimi yarım bırakarak uçarak çıktı odadan. Duygulandım sanırım biraz, bende Für Elise parçasını o kızın yaşlarındayken çalmıştım, pedal öğrendiğim parçaydı. Burada bir gereksiz bilgi vermeden geçemeyeceğim, Beethoven adı üstünde bu parçayı Elise için bestelemiş, parça 4 bölümden oluşuyor; tanışma ki bu parçanın ana kısmı, aşk bu ise baya romantik ilerliyor, kavga-ayrılma ki baya sert stakatolarla destekleniyor bu bölüm ve sonunda tekrar ilk bölüm- tanışma. İlişkilerin seyrini güzel açıklamış gibi değil mi? Tanışırsın, tanıdıkça seversin, evet işte bu "the one" buldum galiba sonunda nasıl da benzioruz tü tü tü tü dağlara taşlara, "çatlasın düşmanlar benim de artık bir sevgilim var" naraları atmaya başlarız, aşkın doruklarındayızdır ama bu beynin önündeki cortex bölgesine kan gidememesi safrasını atlatırız ve kavgalar tartışmalar girer araya tüm o büyülü atmosfer puf! yok olur geriye kalan küllerde ise o ilk tanışmanın verdiği sıcaklık, keşfedilmemişlik ve gizemi kalır. Yazık olur ama böyledir işte.
Neyse bu kısımları fazla uzattım sanırım piano maceralarıma başka bir yazımda uzun uzun değineceğim bekleyin anacımm :]
Gelelim gündemdeki önemli meselemize Baykal'ın CHP'den istifası. Aldığım siyaset bilimleri dersi fikirlerime bilimsel bir altyapı kazandırdı ve partilerin "3 4 kez giden ama bir türlü gelmeyen demokrasi" ülkesi TR'de ne kadar parti içi demokrasiden yoksun olduklarını öğretti. Her şey resmen liderlere bağlı; parti listesinin sıralanmasından bakanların atanmasına kadar o kadar çok karar bir kişinin elinde ki...Haliyle bir liderin partiden tasviyesi o kadar kolay olmuyor. Tabi Baykal her ne kadar kabul etmese de ve bu durumda BİLE hükümeti komplo yapmakla suçlasada, 3. kez partiden istafa etti. Birazda bu ve bunun gibi örneklerin ülkemizdeki bolluğundan acaba bu bir blöf mü geri gelir mi Baykal yoksa bir devir kapandı mı? Kılıçdaroğlu mu gelecek CHP'nin başına, yıllardır duyduğum ah şu Baykal bir gitse CHP'ye kesin oy vereceğim lafları... hepsi aklıma üşüştü.
Liderler belgeselini izlediğimde Baykal'a biraz sempati duyduğumu saklamıyorum ama tabi bu Bill Clinton'ımsı durum özellikle TR gibi gelenekçi bir toplumda hoş kaçmadı şimdi. Parti içi demokrasiye ve liderin partinin önüne geçmemesine inanan bir insan olarak bu gelişmenin belkide CHP'ye yarayacağına inanıyorum. Ama kimi kandırıyorum ki, hala hukuk devleti olmaya '___' < şu kadar yaklaşamamışken, seçilenler oy verenlerin taleplerini çeşitli illegal yollarla karşılamaya çalışırken ve bu kadar kayırmacılık varken herhangi bir gelişmeden olumlu bir sonuç beklemek...

9 Mayıs 2010 Pazar

bağlanmayacaksın...

Can Yücel'i oldum olası çok sevmişimdir zaten, bugün birazda makale yazmamın verdiği yazmama istediğinden dolayı tembellik yapıp ctrl+c & ctrl+v yaparak bir yazı yapıştırayım dedim.
Bir şeylere sürekli bağlanma ihtiyacı yaşayan bir insan olduğumdan bu yazıyı çıkarttırıp panoma asmayı bile düşünüyorum. Yengeç insanı olmak zor azizim, sürekli bir kaçış noktası kendine güvenlikte hissedebileceğin biri/bir yer/ bir şey aramaya çalışmak ve hayal kırıklıkları yaşamak bu yolda...
Ama sanırım yavaş yavaş bu huyumdan sıkılmaya başladım ve belki de bu şiir o "bardağı taşıran son damla" oldu. İnsan her gün yenileyebilmeli kendini, nasıl başka başka insanların yanında başka başka insanlar olabiliyorsak kendimizi de kandırabiliriz pekala, belki kendimizde inanmaya başlayabiliriz bu telkinlere bir süre sonra
neyse daha fazla uzatmadan yazıyı koyuyorum, keyifli okumalar...

"Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden...
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak... "

Can Yücel

6 Mayıs 2010 Perşembe

mayıs ayıııı

Evvet, Sabancı'ya geldiğimden beri en sevdiğim ay oldu kendisi, neden mi? Neredeyse gün başına 1.67 etkinlik düştüğü için ^^
tabi malumunuz havalar da ısındı ve benim gardrobumun büyük bir bölümünü kaplayan kısa kollularım ortaya çıktı pek şık oldu =)
tabi en yoğun olduğun ay aynı zamanda kendisi, yazmam gereken iki paper'ım var ve biri hakkında hiçbir fikrim yok, Kuşadası'na gitmezsem 8-12'si arası (AIESEC ulusal konferans için) bu haftasonu diğer paper'a da başlamayı düşünüyorum, zira Sabriş'imki de duruyore emme neyse...
Mayısın ilk yazısında biraz daha entel dantel yazayım dedim,
belki de bu dönem aldığım en ilginç ders SOC 313, TR'nin sosyal düşüncesi. Modernizm, Kemalizm -sağ & sol yorumları, TR'de sol, TR'de sağ, İslam ve Laiklik şimdiye kadar işlediğimiz konular. Hocanın da akıntının tersine yüzen yapısı dersi ilginçleştiriyor. Zira kendisinin, 1925-45 arası Tek Parti Diktatoryası'dır, Atatürk demokrasiyi getirmeyi düşünmemiştir, TR'de muhafazakarlık yoktur gibi görüşleri var.
Aslında dersler geçtikçe ve bu bahsettiğin kavramların derinlerine inince doğru şeyler söylediğini farkediyorum. Mesela Sabah'ta yazdığı yazıların birinde İslam ve Kemalizm'i karşılaştırmış ve şöyle bir sonuca varmış:
Türkiye'de şimdi yerleşik olan İslam Kemalizmin bir sonucu gibidir. Çok aykırı gibi durmasına rağmen Kemalizmin öngördüğü bazı dönüşümleri İslam, elbette radikalizmden uzak bir biçimde, içselleştirmiştir denebilir.
Kemalizmin üzerine oturduğu iki temel unsur söz konusudur: laiklik ve Batıcılık . Aykırı ve ayrıksı bazı hiziplerin dışında bugün İslami çevrelerde bu iki olguyu yadsıyan unsurları bulmak çok zordur. Tekrar edeyim: laikliği, İslami çevreler elbette Kemalizmin kavradığı şekilde kavramadı. Fakat dünyayı metafizik bir algılamanın ötesine geçerek anlamak ve tanımlamak bakımından laik bir kavrayışı benimsedi. İkincisi, evet Milli Görüş veya Büyük Doğu çerçevesi belli bir dönemde Batı karşıtı bir üslup sergiledi ama onu da aşmasını bildi İslami çevreler. Sonunda, pozitivizmle arasına Çin Seddi çekmemiş bir İslam-modernite sentezi ortaya çıktı Türkiye'de.
Günümüzdeki İslam'ın ne tasavvufi-yüksek-saray kültürü İslam'ı, ne efsanelerle beslenen Halk İslam'ı olduğunu popülerleştiğini, sıradanlaştığını ve siyasetin öznesi olduğunu yazmış ki bence çok haklı.
Laikliğin aslında akıl ve din arasında bir muhakeme ve yeniden yapılanma süreci olduğunu, TR'de anlaşıldığı gibi din ve devlet işlerinin ayrılması ve hatta devletin dini kontrol etmesi olmadığını belirtiyor. Bunda da haksız sayılmaz.
Muhafazakarlık konusunda da, Burke'ün babası olduğu bu düşünce sistemi, değişimi reddetmez sadece toplumun koşullarının göz önüne alınarak tedrici(zamana yayarak) şekilde yapılmasını uygun görür. Ona göre devrim mutlaka karşıtlarını yaratacağından asla düzgün bir şekilde topluma kabul ettirilemez. Dindarlığı ahlakı yücelttiği için savunur. Sekülarizme karşı değildir. TR'de ise sınıf atlama tutkusu, anomik toplum yapısı dolayısıyla muhafazakarlık olamaz, sadece gelenekçilik vardır ve İslamcılık.
kendime not: Almadovar filmleri ve Flashforward izlenecek =)
hadin güneşli mutlu günler...