22 Kasım 2012 Perşembe

^yaşanmış^ bir gün..

Böyle bir tabir var gerçekten de, yaşanmış bir gün..
Hani her şey bir süre sonra alışkanlığa dönüşür ve monotonlaşır ya hayatımızda, çok tat vermez hiçbir şey,  işte o zamanlarda herkesin ihtiyacı bir doz ^yaşanmış^ gün.

Geçen cuma günü işte böyle bir gündü. Babam geldi ziyaretime ve bazı işlerini halletmeye. Bu parantezi açayım ki daha iyi anlaşılayım; benim anne babamla ilişkim sanırım çoğu insandan farklı. Çünkü biz kelimenin tam anlamıyla 17 senenin 340 gününde beraberdik hemde günün çoğu saatinde. Anne babanın aynı zamanda iş yeri olan otelde yaşamak bunu getiriyor sanırım. Tüm öğünlerimiz, tatillerimiz boş ve dolu vakitlerimiz beraber geçti ve bu yüzden daha farklı bir bağlılığım var onlara..
Babamı aldım ve büyükadaya gittik. Güzel bir kasım esintisi vardı, güle şakalaşa vardık bakmak istediğimiz araziye. Artık babamın biraz daha yaşlandığını kabullendim bir kez daha, kalbim biraz buruldu ama doğanın kanunu diyip geçiyoruz.. Yol boyunca da teknolojinin nimetlerinden faydalandık abime ve ablama bol bol foto çekip yolladık whatsappdan. Böylece onları da biraz dahil etmiş olduk günümüze. Oturduk sohbet ettik havadan sudan insanlardan ilişkilerden yanlış ve doğrularımızdan..
Sonra anakaraya döndük ve akrabamız olan benim en son çocukluğumda gördüğüm bir teyzenin evine. Babamla aynı yaşta olmasına rağmen nedense ninemmiş gibi gördüm onu. Bazı insanların öyle bi sıcaklığı vardır, anneanne sıcaklığı hemen kucak açarlar konuşurlar bir şeyler hazırlatıp taşıtırlar kendi torunlarıymışcasına..
52 senelik eşini 8 ay önce kaybettiği için tabiki konu sürekli oraya geliyor. Evliliğin püf noktasının sabır olduğunu söyledi. Birbirlerini çok çekmişler ama bilinçli bir şekilde olmuş bu. 'ben İbrahim'in anahtarı kapıya sokuşu ve çevirişinden o gününün nasıl geçtiğini anlar ona göre kızgınsa içeri geçer başka iş yapardım o sakinleşene kadar, sonra salatanın tuzu/yağı/limonu az/fazla olmuş diye laf ederse de çok sesimi çıkarmaz istediğini verirdim.' dedi. Bugünlerde maalesef yok bu dedim, insanların birbirini çekecek sabrı ve saygısı kalmadı. Bireyselleştik, kendimizi keşfetmek ve kendimizi duygusal olarak tatmin etmeyi de öğrendik. Belki dünya daha acımasız bir yarış alanı haline geldiği için belki de artık bir şeyleri tüketip bitirip yeni arayışlara yönelmekte gecikmediğimiz için.. Hep daha fazlası olsun yenisi olsun... bitmez tükenmez bir açlık.
Bunları benden 2 generasyon büyük biriyle konuşmak gözümü daha da açtı ve haklılığımı kanıtladı.
Mutlu ve huzurlu bir gündü, 'yaşanmış'tı..

30 Ekim 2012 Salı

uyku

Daha ay bitmedi ama genede kasim ayina sayilsin bu yazim =P

Uyku konusundaki nacizane fikirlerimi bilgisayar ekranina dökmeye karar verdim bu yazımda.
Hem felsefik hem bilimsel olmasını istiyorum umarım dozunu iyi ayarlarım.

Tanıdığım her insanın karakterini biraz da uyku alışkanlıklarıyla analiz etme gibi bir huyum var benim. Mesela birinci nokta ne şekilde uyuyor? yüzüstü rahat pozisyonda mı, cenin mi, yoksa benim tarzım olan balerin mi, bu şekilde kendine olan güvenini değerlendiriyorum. Bunda bir bilimsellik yok sadece benim karşılaştırma, deneme-yanılma yaparak bulduğumu düşündüğüm bir şey. Günlük hayatta sürekli maske takan-rol yapan mahluklar olduğumuzu düşününce bu çıkarsamayı yapmam o kadar da garip gelmiyor aslında bana. Zaten uyku saatleri bir insanın yaşam tarzını gayet güzel ortaya koyar bu değerlendirmeye hiç girmeyeceğim. Sonra uykuyu ne kadar sevdiği meselesi var ki, şimdiye kadar ben çok uyumayı sevmem diyeni görmedim. Uyku biraz da hayatın gerçeklerinden kaçıp kendini kapatma ve beynin kendini resetlemesini sağlamakta. Örneğin (tahminimce gene İsveçli bilim adamlarının yaptığı bir araştırma sonucunda) bir kaç denek non-rem uykudan rem'e geçişte sürekli uyandırılmış ve rüya görmeleri engellenmiş. Sonraki gün denekler kendi hallerine bırakılınca non-rem'den hızlıca rem uykuya geçip bir önceki gene görmelerinin engellendiği rüyaları hızlıca görmeye başladıkları bulunmuş. Yani bu bir temel fizyolojik ihtiyaç. Freud'un bahsettiği alt-benlik yani id'imizle ilişki kurmanın en temel yolu uyku hali. Hipnoz'da bu şekilde ortaya çıkarılmış zaten. Hakkaten çok ilginç bir o kadar da açıklanamaz ama doğru !

Geçen bir kaç ay içinde karşılaştığım bir şey de 'lucid dreaming' yani bilinçli uyku-rüya hali. Değişik yöntemleri var fakat en bilineni kolları iki yanına ve yukarı kafanın iki yanına doğru bırakarak hareketsiz yarım saat yatmak. Sonra istediğin şeyi düşlemek ve gerçek gibi hissetmek. Ahanda burada video'lu falan açıklaması mevcut = http://www.world-of-lucid-dreaming.com/ Bu yöntemle kendini binadan bırakıp uçanlardan hayran olduğu biriyle saatlerce konuştuğuna inanana kadar bir sürü insan mevcut. Denemek gerek.

Insomnia - a.k.a. benim nefret edip ayda bir iki kere de olsa başıma gelen durum! En son kafama gene toka dışında bir sürü şey takmam neticesinde bayram boyunca 9 günün sadece 4'ünde yarım yamalak uyumamla sonuçlanmıştı. Öyle uyumadan bu kadar rahat bir pozisyonda saatlerce nasıl uyumadan durabiliyorum ateistler bunu da açıklasın lütfen! Ve sonuç olarak şimdi olduğu gibi olayları akışına bırakıp kontrol etmeme ve hatta adeta nihilist bir ruh haline bürünme  kararımla sonuçlanan bir durum ortaya çıkıyor ve ben gene rahat uykuma geri dönüyorum ^^

sanırım şimdilik yazacaklarım bu kadar.
musmutlu kalın yavrularım

11 Ekim 2012 Perşembe

ekim, zaman, seçim

hiç kimsenin ben ingilteredeyken de bakıp okumadığı bloğumun dizaynını gene değiştirdim hayırlı olsun bana. bana bile karmaşık gelmeye başlamıştı sürekli log*out oluyor ve giremiyordum çeşitli cambazlıklar yapıp garip yerlere basmadan. neyse şimdi hallettim sanırım.
Ay başına tek yazı yazıyor gibi göründüğü için bu başlığı seçtim.
aslında şuanda yazma sebebimde İngilizcenin belki de en sevdiğim kelimesinden kaynaklanmakta ;

Procrastination.

Psikoloji kelimesini yazamayıp ay ve ağız'ın ingilizce yazılışını karıştıran bi insan olarak bu kelimeyi her zaman doğru yazabilmekteyim. sebebi ise çok basit. kendimi alman disiplininin engin denizinde doğmuş yüzerken bulmama rağmen sanırım bazen nature, nurture tarafından alt edilebiliyor. Uzun lafın kısası bazen tam bir türküm ertelemek konusunda. Tomorrow never comes vesellam.

Bu aralar 'zaman'a takık durumdayım biraz. Çok garip bir şey değil mi ? Bildiğimiz 4 boyutun biri, uzun zaman çizgisel olduğu farzedilmiş. Sonra da tıpkı evrenimiz gibi eğilip bükülen bir şey, yani adeta bir sarmal olduğu, solucan delikleri denilen tünellerden geçip zaman içinde yolculuk yapılabileceği 'bulunmuş'. Bu şekilde yazmam gerek çünkü bu dediğim maalesef hala teori de mümkün. Maalesef mi peki? Zaman yolculuğu diyince aklıma gelen ilk şey (hayır 'back to the future' değil) kelebek etkisi. Şu Amazon ormanında tek bir küçük kelebeğin kanat çırpışının arizona'da bir kasırgaya yol açabileceğinin matematiksel ispatı. Ve bu teorinin üzerinden kurgulanmış olan 'Butterfly Effect' filmi. Küçüklüğümden beri bende günlük tutardım (tabiki hafızam gidip geldiği için değil-yazmayı sevdiğimden filmdeki gibi o an'a dönme düşüncesi beni gerçekten çok heyecanlandırdı başta. Hatta itiraf edeyim çıkarıp baktım 9 yaşında yazdığım sayfalara gülümseyerek. Tabiki farkındaydım şimdilik dönüp değiştiremeyeceğimi, ama asıl soru istiyor muydum? İçimdeki o güçlü ses kocaman bir EVET dedi. Ama aslında o değişikliğin yol açabileceği olasılıklar zincirini o kadar karmaşıktı ki... Ya daha kötü olaylara yol açarsa düşüncesi gark oldu ivedilikle kafama.

Hayatımıza soktuğumuz ve çıkardığımız/çıkarmaya çalıştığımız insanlar işte en çok bu konuda yaptığımız seçimler etkiliyor gelecekteki hayatımızı. Tabi kuantum'un çoklu-dünya teorisine göre aslında seçim yapmıyoruz. Şöyleki paralel bir evrende o gitmediğimiz yoldan yürüyüp yememeyi seçtiğimiz yemeği yiyoruz. Açıklaması biraz karmaşık ama biraz okuyunca mantıklı geliyor.
Geçen gün TEDx videolarından birini izliyordum, Paradox of Choice idi başlığı. Aslında modern dünyada önümüzde onlarca-yüzlerce-binlerce seçeneğin serilmesinin aslında bir ilüzyondan ibaret olup bizi nasıl mutsuzluğa sürüklediğinden bahsediyordu. Şimdi bu iki büyük bilgiyi bir arada yazınca kendimle çelişiyor gibi oldum ama belki de değil. Aklımızda hep o seçmediğimiz 'şey' oluyor ister istemez. Çünkü alışmışız artık hazır bulduğumuz şeyleri sonsuzlarmıs gibi tüketmeye modern homo sapiensler olarak, her şeyin elbet bir sonunun geleceğini ve sınırsız olmadığını kanıksıyoruz. Bu da yanlış zamanlarda yanlış seçimler yapıp mutsuzluğa gidişimizi hızlandırıyor. Bazen geri dönme şansımız olsa da çoğunlukla olmuyor.

Yani ...

http://www.youtube.com/watch?v=PkGrkNu6mDg

But if you try sometimes well you might find 
You get what you need ...

1 Eylül 2012 Cumartesi

eylül ayı hüzün ayı


Başlığım baya klişe olsa da benim gerçeğimi yansıtıyor. Neden mi? sararan-kızaran dökülen yapraklar serinleyen hava... hehe benim tanıyanlar dalga geçtiğimi anlamışlardır sanırım. Benim kendime göre sebeplerim var.

Bir yazı daha yedim hemde bu sefer word programıyla flörtleşip bir de love-hate ilişkisi yaşayıp laptuş ışığında bronzlaşarak!
Evet sonunda benim de bir tezim olacak. Kalitesinden emin olamamakla birlikte Sabancı'da geçecek 1.5 senemde projeye çevirmeye çalışacağım kendisini.

Geldi çattı eylül ayı gene. küçükken eylül bana havuz ve denize girebiliceğim son bir ayı hatırlatırdı. okuldan dönüp (o zamanlar dershane kültürü yaygın değil 8. sınıfa kadar gitmemişim) havuza kendimi atmak için dakika sayardım. Sonra geldi lise daha hüzünlü olmaya başladı bu ay benim için. Üniversite sınavına her sene biraz daha yaklaşmak anlamı taşıyordu çünkü eylül... 17 sene yaşadığım Manavgat'tan ayrılmam da bu ay da oldu. O bilinmezlik arkada yarım ve kırık bırakılan şeyler...Üniversitede artık 12 yıl öğrenci olmanın verdiği 'kaşarlanma' ve yazların staj-yaz okulu gibi aktivitelerle geçmesiyle artık çok ifade etmez oldu. ta ki 2009'da kadar. İki beklenmedik olay tüm eylülü dip noktada yaşamama neden oldu. Ve ondan beridir sevmiyorum bu ayı. Her şey ortasına kadar slow-motion'da akarken ikinci yarısının bir anda bitmesi...

Yeni başlangıçların ve bitişlerin ayı benim için eylül. öğrenci ajandaları gibi bir nevi. yıl eylülden başlar. ağustos bile olsa öğrenci homo sapiensinin ağzında 'bir seneye başlasın okul çok düzenli çalışacağım bu sene...' lafı olur. Şimdi ise en büyük değişimi yaşayacağım son 11 aydır yaşadığım ülkeyi değiştirerek ve aslında başladığım yere dönerek bazı şeyleri değişmiş bulacağımı umarak...


bu da pilli bebekten gelsin eylül şarkım..

http://www.youtube.com/watch?v=DR7mtyH0NRY

26 Ağustos 2012 Pazar

80. yazım.neden önemli olmasın ki?

blogger'a uyuz olmaya basladim biraz. yazi yazabilmek icin binbir yere tikladim durdum, tamam belki en son 3 ay önce yazdıgım içindir de neyse.
hevesim kaçtı ne yazsam şimdi.
hayatımın son 4 haftası bi loop içinde dönüp durmakta. ya kütüphane ya odamda tezimi yazmakla uğraşmaktayım. bir yandan şu günlerin hemen geçmesini bekleyerek bir yandan da istemeyerek...
hakkaten çabuk alışıyorum bir yere ve tam düzeni kurmuşken tüm kısa yolları öğrenmişken tekrar terketmek... sanırım yaşlanıyorum.
türkiye'de 3 eve yayılmış eşyalarım ve oturtmaya çalışmam gereken bir hayatım var bense yaşam enerjim düşmüş şekilde bir sürü şeyle yüzleşeceğim. Mio dios bana güç ver.
acaba yurtdışına gidecek miyim. ne işte çalışacağım. tezimi geliştirebilecek miyim.
sorular ve pek çok yanıt. son bir senedir hayatında olmadığım insanlar ve adaptasyon.
bazen gerçekten karar veremiyorum 1 sene ne kadar uzun bir vakit.

Gitmeden yaptığım aktivitelerden bir demet sunmam gerekirse ilk kez eli yüzü düzgün bir club'a gittik 2 gün önce. girene kadar organizasyonda sorunlar olsada çok eğlendik. ana sahne ve yan sahnesi vardı farklı tipte müzikler çalan. klasik ingiliz kızlarına hala ilk günkü hanzo tavrımla baktım kaldım. önceden de yaptığım avcı-toplayıcı çözümlemesini hatırladım kendi kendime sırıttım falan. Gatecrusher - birmingham. bi de önce ismi gaycrusher anlamam ayrı bir efsaneydi.

Warwick Castle a.k.a. Merlin'in çekildiği yer dün gittim ona da. Her İngiliz h.sonu aktivitesinde olduğu gibi metrekare başına düşen çocuk sayısı tavan yapmıştı gene. kendimize yol açarak gezmek durumunda kalsada her yarım saatte bir başlayan ilginç aktiviteler bizi kale surlarına ve burçlara boş boş bakmaktan kurtardı. özellikle jousting beni şövalye filmine geri götürdü, arada konuşmalarla ince ince verilen British Humour da cabası. Kartal gösterisi benim gibi bi hayvanseverin içini dağlasa da o kanatların kafanın bakışın güzelliğinde kaybettim kendimi. Iyiki gitmişim.

son olarak gitmeden aldığım kararlar =

' kimseyi hiçbir şey için zorlamamak akışına bırakmak ve olmuyorsa bırakmak.
''gitara başlamak
'''japonca öğrenmek
''''giyime daha çok önem vermek
'''''müzik & film arşivini zenginleştirmek
'''''' istanbul'da yaşadığını gerçekten hissetmek

şimdilik bu kadar.

5 Haziran 2012 Salı

Field Day & Diamond Jubilee

Bir an ne yazacagimi bilemedim, aslinda yazacak seyler birikti ama nereden baslasak.
Sondan basa gidelim madem. gecen uzun - haftasonu Londra'daydim. O sehre gittigimde hem 2 sene onceki duygularim canlaniyor hemde ingiltere'de oldugumu hissediyorum. 3 ay sonra dondugumde burayi coventry'den daha cok ozleyecegim bir gercek. Neyse konuya donersek, cumadan ciktik yola hostelimize yerlestik yeri cok merkeziydi ve temizdi allahtan, tek problem tum duslarin 4 kat asagida olmasi. ve tabii bu da 3 gun boyunca dus alamama sebep oldu. burada belirtmem gerekiyor ki iki kere yagmurda sIrIlsIklam islandigimiz icin cok da gerek duymadim bir sure sonra : )
Asil konumuz (artik girizgahi kesiyorum) gitme sebepLERim! oncelikle Field Day 2012! kendisi indie rock festivali. ve bu demektirki tanidigim grup sayisi sInIrli :O ama cok eglendim! Victoria Park'in degisik koselerine kocaman 6 adet cadir kurmuslar ve bir de ana sahne
vardi Andrew Bird, Metronomy, Beirut ve

Franz Ferdinand dinledigim. Ve festival Ingiltere'de
oldugunu belli etti, cin-alman-hint yemekleri satan
onlarca stand vardi. bkz. >
emme cok pahaliydi be haci, cok bir sey icmedik bizde napalim
ogrenci kafasi ; ) zaten bir gun once King's College student union'da
surahi sürahi bira icen arkadaslarim pek de ihtiyac duymadilar!




Soldaki fotomuz havanin guzel oldugu o nadir 1 saat icinde cekildi. sonrasinda afrocubism adinda bir grubu dinlemeye gittik baya basarililardi, degisik afrikan enstrumanlariyla salsa muzigi yaptilar ve eglendirdiler bizi. Onlardan once de Friends adinda bir kiz grubu izledik onlari da burada belirteyim. Aksam 6'ya dogru Andrew Bird cikti, hakkaten enstrümanlari bir sihirbaz ustaliginda kombinliyor ne zaman nasil girdiler ciktilar belli olmuyor, bkz: http://www.youtube.com/watch?v=QhNztq7Qknc&feature=list_related&playnext=1&list=AL94UKMTqg-9DF_DQZy7SYav25-gJyEqf-


Taze donutlarimi alip afiyetle yedikten sonra ana sahnenin onune geldik cunku Metronomy'nin vakti gelmisti. Itiraf edeyim The Look en iyi bildigim sarkiylariydi, digerleri aklimda degildi pek. ama konserden sonar aklima kazindilar resmen. hem klavyeye gereken deger veriliyor hem tum grup beraber sarki soyluyor, daha ne isterim ; )

Sonrasinda Beirut ve Franz Ferdinand vardi. Beirut bekledigim gibiydi pek bir degistirmemis sarkilarini konser icin. Franz Ferdinand mukemmeldi, son grup olarak. Yagmayan resmen akan yagmurun altinda dinledik kendilerini. Resmen tum o kalabalik grupla bir butun halinde hareketlendik atladik zipladik. Bir alttan taze cim, ustten yaganyagmurun taze kokusu ve tabikiiiii "I say don't you know / you say you don't know/ I say ... take me out!" SuSenlik'te eglenenlere nispet olsun =P



Geldik ikinci gune! Lizzy'nin 60. tahta cikis yil donumuymus. Vay anasini dedim ne kadar da gencmis, 26 yasinda gencecik bir kizcagiz. Bir arkadasim, kralicenin hayati boyunca hic kot pantolonu olmadigini soyledi. Aslinda gelecek bir-iki yilinin dakika dakika planli oldugu bir yasam surunce boyle oluyor olmali. Neyse efenim, bu diamond jubilee'nin ikici gununde Thames nehri uzerinde 13 koprunun altindan gecilip en son Tower Bridge'e gelinerek el sallama muzikler, common-wealth ulkelerinin minik kayiklariyla, ve tabiki tum kraliyet ailesinin oldugu gemiyle yapilan, suanda kime ait oldugunu hatirlamadigim fakat Victoria zamanindaki jubilee kutlamalarindan esinlenerek yapilan bir yagli boya tabloda kullanilan komposizyonun ayni kullanilarak yapilmis. Biz de Tower Bridge'deydik, kocaman bir ekrandan izledik. Lizzy gecerken havaifisekler falan ve tabiki kulakzari patlatan muzikler, ver coskuyu ver coskuyu tripleri vs. Tabiki diamond jubilee icin bastirilan soldaki fotoda gozuken oyster card'da benim icin guzel bir ani oldu. Yagmurun gene bastirmasi ve tube'de pastirma olmamiz, insan gormekten bikan biri olmam ve megabus'da pismemle biten bir maceramdi iste bu da boyle.



14 Mayıs 2012 Pazartesi

gezmece-tozmaca!

evet aynen bu haldeyim son bir aydir. surekli bir ileriye ve daha ileriye gitme istegi, bir yerinde duramamazlik, aman bir km (hatta yerine gore bir mil) daha katedeyimcilik. ve suanda durumum hakkaten icler acisi. 7 aydan sonra ilk kez bosa ciktim, dersler ve makaleler bitti. ama aslinda bu bir illuzyon, mezuniyetimin bagli oldugu son ve en buyuk nokta olan TEZ. 10 gun sonra sunum ve 17 gun sonra da tez plani teslimi var ve benim o gune kadar okumam gerek onlarca makale/kitap ve binlerce satir var...
Seneye bundan daha yogun gececek ve sonrasinda her sabah ayni saatte kalkan calisma hayatinin dislileri arasina katilan bir oye. evet buyuk bir degisim, okumak ve okula gidip gelmekle gecen onca seneden sonra yepyeni bir yasam stili ve buyuk sorumluluklar. umarim cok bocalamam.

Dublin ve Irlanda'yi yazacaktim ama sanirim bir sonraki yazima kalacak.

gelecek ay isvicre'ye de gitmemle bu sene gittigim ulke sayisi 5'i bulacak ve hedef 10! bakalim basarabilecek miyim ; ]

1 Mayıs 2012 Salı

kısa kısa vol. bilmemkac

Ya inanamiyorum cok guvendigim gugıl kırom ilk kez ihanet etti bana ve yazamadim oradan. neyse ofkemi turkce karakterlerim olmadan kustuktan sonra yazima geciyorum.

-Turgut Yüksel & 1 Mayis

bugun internetten haberleri okurken denk geldim kendisine ve bir anda kahramanim oldu kendisi. Emekci bayrami adina yarattigi bu eser ve daha bir coklari... anti-kapitalist/militarist bir sanatci kendisi. hayran olamamak elde degil. Tabi macbook'uma kavustugum su gunlerde konusmaya pek hakkim yok emme, ne demis papua yeni gineli bir bilge kestigin agactan cok agac dikersen, hadi gene iyisin. Saka bir tarafa umarim cok gec degil bir iki sene sonra insanliga yararli projeler ureten bir is kadini oldugumda bu macbook hakkini odemis olacak cin'deki iscilere. Avrupa calismalari programina kabul aldim Sabanci'dan, kurkcu dukkanina donuyorum a dostlar.



- Sexy'n I know it : feminist big bakis acisi:
kabul ediyorum hakkaten sarki cok berbat, anlamsiz sozler igrenc jenerik ama ufak da olsa bir ders almak gerekir bu klipten diye dusunmekteyim. Soyle ki, su an adini hatirlamadigim HBK hocamin cok sevdigi bir feminist yazar, 'male-gaze' kavramindan soz eder. Mesela izleriz su vurgulu kirgili filmleri hatta birakin onlari, romantik filmleri ve populer muzik kliplerini ve ne goruruz? yaglanip maglanip photoshoplanip gozumuze gozumuze sokulan zoomlanmis kadin vucutlari. ve bu hatunlar yalvaran-seksi pozlar vererek bakiyorlar. Ama bu klip ne yapmis? bunu tersine cevirmis. baya baya 'female gaze' olayi hakim. belki amaclari bu degildi yapimcilarin ama, mainstream'le dalga gecer yapi hosuma gitmedi desem yalan olur. Sasha Baron Cohen de bir baska idoldur mesela, onceki yazilarimin birinde bahsetmistm.

- 7. ay in Coventry
Inanilmaz ama gercek! tamam belki bu 7 ayin iki ayinda burada degildim ama genede, son 210 kusur gunum bu memlekette gecti. Ne gibi etkileri mi var? Havasi, suyu ve yemegi saclarimi doktu, beyazlarimi iki katina cikardi (tam 4 tel beyazim var!), sivilce izlerim artti ve sagliksiz bir sekilde kilo aldim. Tamam bu kadar karamsarlik yeter. Pozitif tarafindan baktigimda muhtesem arkadaslar edindim, Dogu Asya hakkinda hicbir sey bilmiyormusum onu ogrendim ve Japonca'ya basladim! CV'mi dolduracak cok isler yapmadim, biraz tembellikten birazda arkadaslarla zaman gecirmeyi tercih etmemden. Ama olsun daha zaman var ona. yani en azindan simdilik oyle dusunuyorum seneyeki planim belli oldugu icun ; ]

Ve NY! bu sene guzel bir seyi gerceklestirip hem Old(!) hem New YORK'u gordum! Sagligim ve maddi durum el verdigi icin sansliyim. Gercekten unutamiyorum orayi. Surreal bir ruya gibiydi hic bitmesin istedigim...





25 Nisan 2012 Çarşamba

12 yil sonra amerika

uzun zamandan sonra miraba!
aslinda bu blogu bu sene gezdigim, gozlerimi ve gonlumu doldurdugum mekanlari anlatarak dolduracaktim ama nolmadi nolamadi nolabilemedi. belki de olur, garantisi yok!
2 haftalik amerika maceramdan bugun itibariyle geri geldim. neler degisti? apple mainstreamine daha fazla karsi koyamadim ve macbook pro aldim, mutluyum cok kullanisli ve muhtesem bir laptus hakkaten hayirli olsun bana =] tabi artik turkce karakterlerden yoksunum (aslinda ayari var da ugrasamiyore) ama olsun.
alistikca seviyorum. aslinda aliskanlik bende bir huy, cabucak alisiveriyorum bir seylere / yerlere.
iki yesil susamuru'nu okuyorum, orada aliskanliklari sahip oldugumuz mallara benzetmis, yani bir sure sonra kendilerine tutsak ediyorlarmis. dogru mu acep? aslinda dusunmemistim ama master ogrencisi yaklasimiyla "it depends" diyor konuyu huzurlarinizda kapatiyorum dostlar.
amerika'ya en son 11 yasimda gitmistim babamin kalp krizinden dolayi. annemle babami almaya gitmistik. tabiki o zamana ait anilarim kirik dokuk, boluk porcuk ve huzunlu.
ama simdi guzel artik. sevdicekle gecti bi kerem! ohio state universitesi ve cevresinde gecti ilk 10 gun. columbus adli bir sehir, ohio eyaletinde. benim icin farkli bir deneyim bu sehirden cok araba kullanmak oldu. uc kere korna yiyip, 1 kere kaldirima hafif surtup ve ilk 2 gun park etmede sorunlar yasasamda sonrasinda olay yol kenarina iki araba arasina park etmeye kadar geldi =P

uzun lafun kisasi, amerika'da araba kullanmak kolay azizim ! yalnizca yere bakmayi aliskanlik ahline getir ve only yazisinin alti ne tarafi gosteriyor dikkat et!

New York ise bambaska. bir kere ilk iki gun yukariya 120 ila 180 derece aciyla bakmaktan boynunuz tutuluyor. lanfranco ilk derste new york'u anlattiginda, kendinizi cok cok kucuk hissettiginiz bir macrocosmos gibi. ayni devasa gotik katedrallerin hissettirdigi gibi. tabi burada tapilacak buyuk guc insanoglu oluyor. mimariye o dinamizimle sabitligi cok guzel harmanlayan ellere ve beyne hayran kalmamak mumkun degil. ve tabiki gokdelenler de new york'un tarihini olusturuyor. cruise turu yaptik ve ilk gocenlerin bir kac kucuk anilari ve 9/11' disinda olay sadece binalar, mimarlari ve simdiki sahipleri!
tabi biz sadece manhattan taraflarinda gezdigimiz icin. ornegin otelimizin oldugu queens caz'in altin yillarinin yasandigi yermis. maalesef gezemedik ama bir dahaki sefere ;] gokdelenlerin arasindaki yesil alanlara bayildim. insana sehrin tam ortasinda oldugunu unutturmakta basarililar hakkaten.
buraya fotograf eklemiyorum bunu okuyan muhtemelen facebook'ta arkadasimdir ve albumumu gormustur. horizontal city and vertical city. adinin anlami cok bariz ama di mi ; ]

18 Şubat 2012 Cumartesi

bazı 'özel' günlere verilen gereksiz değer & narcisismus

Aslında bu iki yazı ayrı zamanlarda aklıma geldi ve ayrı ayrı klavyeye alınacaklardı, heyhat gene bir makale döneminden anca çıkabildim, kaslanmış parmaklar kulaklarımdan sıvılaşıp akıp giden beynimle...
Biraz alışveriş yaptım yürüdüm gezdim gökyüzüne(*) baktım iyi hissettim kendimi.


şimdi malumunuz ocak ayının sonu, şubat ayının başı itibariyle dükkan vitrinlerinde bir değişim yaşanır. bir sabah bakarsınız ki kıpkırmızı olmuş o camekanlar. neden? malum tutkunun gülün kalbin şevketin rengidir ve aşkı temsil eder. aynı zamanda kalp atışımızı hızlandırır, acıktırır McDonalds, KFC, Burger King ... bu rengin gücünden logolarına koyarak sonuna kadar yararlanmışlardır vs vs vs. neyse konumuz kırmızı değil, saptırmayayım. Sevgililer günü nedir? St. Valentine amcamız imparatordan habersiz sevenleri evlilik bağıyla birleştirirken yakalanmış öldürülmüş. Bizde kutluyoruz şimdi bunu, bravo bize. Hüzünlü bir gün değil mi yahu bu? ben mi yanlışım? noel ne? o da pagan inancı aslında, zamanında insanlar kışın ağaçları evlerinde (ya da nerede yaşıyorlarsa) korumaya çalışmışlar al sana ağaç süsleme. Müslüman ülkeler bile yapıyor. Hıristiyanlarda bunu başlatan paganları kılıçtan geçirmişler ona hiç girmiyorum artık. Nedir şimdi bu özel günlerin mantığı? Hatırlanması kolay diye mi? Hani ben hırboyum yılın 363 günü (sevgililer günü, yıl dönümü, doğum gününü çıkardım) ama bu gün ince ruhlu jön bir erkeğim 30 liraya gülümü alır, yemeğe astronomik rakamlarda para öderim seni ne kadar sevdiğimi gösteririm. Aman ne güzel. herkes bilir sevgililer gününde sevgilisini hatırlamayı. önemli olan sürprizlerle yaşamak, planlar her zaman yapılır. illa maddi bir şey olmasına da gerek yok ki. bir yerden geçerken sevgilinin çok sevdiği şarkıyı duyarsın açar dinletirsin. sürpriz yaparsın. ya da hadi maddi olsun, kel alaka bir günde alırsın eline gözüne çarpan güzel bir şey, sırf hoşuna gideceğini düşündüğün için, onu 'özel' bir gün olmadığında da hatırladığını gösterirsin. işte gerçek sevgi budur. gerçekten değer verme budur.



 bu kısım biraz narsist olacak ama ilk kez ismimi sevmek için bir sebebim oldu : )
şimdi benim ismim malumunuz 3 harf ve türkçede genelde isimler kısaltılmak suretiyle takma isim olarak kullanılır. benim durumumda bu imkansız tabi. sevgili annem bile oyale, oyiliii dışında bir şey uyduramadı maalesef. hiç bir zaman bir takma adım olmadı vesellam. İngilizcenin ana dil olduğu bir memlekete gelince adımın ingilizcesi bulma gerekliliği doğdu. kendisi embroidery. embriyo gibi bir şey. bunun latincesi ne acaba diye araştırdım, ars plumaria imiş. bunu da images.google'a yazınca bu çiçekle karşılaştım sevindirik oldum : )


*neden gökyüzü dedim. geçen aklıma bir şey geldi. bir genelleme. başımızın üstünde çatı olmadan geçirdiğimiz zamanlar 'gerçekten' yaşanmış olanlardır. öyle değil mi hakkaten? evsiz insanlar vs.'ye girmeden düşünürsek, özellikle benim yaş aralığım ve 20 30 yaş üstüm hangi zamanlarını dışarıda geçirir /geçirmek ister?
hava çok güneşli haydi dışarı çıkalım, kar/yağmur ne güzel yağıyor hadi yürüyüş yapalım, yazlık sinema, denizin gökyüzüyle buluştuğu o ufuk çizgisine bakarak suya dalıp çıkma, ilkokulda (ki biz lisede bile devam ettirdik) "hocam dışarıda yapalım dersi, lütfeaan!", açık hava konserleri, yıldızları saymak... hepsi ama hepsi ayrı değerli ve güzel ve en önemli ortak noktaları çatı barındırmamaları.*


3 Şubat 2012 Cuma

a legal stranger in coventry - 2


hani bazı cümleler / kelimeler vardır söylendikçe anlamını yitiren. Hah işte onlardan biri de "sorry" artık benim için. İngiltere'ye gelmeden İngilizlerin diğer milletlere nazaran daha çok lütfen dedikleri, teşekkür ettikleri ve özür dilediklerini öğrenmiştim ama bu kadarını da beklemiyordum. İşin kötüsü bende fazlasıyla alıştım! Örnek vermek gerekirse, mesela bir kapıyı açıyorsunuz öbür taraftanda açmaya çalışan biri var, iki tarafta özür diliyor. Ya da olur ya karşılıklı yürür iki insan birinin sağa ya da sola geçmesi gerekir yolu kesmemek için ama her iki insan da aynı tarafa hamle yapar, ne diyoruz "sorry". hatta bir arkadaşım test etmiş bu "sorry" olayını, karşıdan gelen ingiliz olduğunu tahmin ettiği bir arkadaşa dik dik bakmaya başlamış, adam geçerken "sorry" demiş artık pes yani : )
benim başıma gelen bir olay, İngiltere'den geldim, evdeyim. Odamda panjurlar örtülü ve benim gözler 5 numara. Annem içeri girdi, ben hala kendimi İngiltere'de zannediyor ve odama birisinin dalmış olduğunu farzediyorum, ve ne dedim bu durumda bile? "sorry" tabi annem kahkahayı bastı 23 yıllık anneni tanımadın mı diye : ) ve yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü üzere "sorry, not in service" burada bile unutmuyoruz!


28 Ocak 2012 Cumartesi

Borat v. Myn Bala

 Bu yazıyı yazmamı sağlayan olaylar dizisi 3 gün önceye dayanıyor. (dizi efekti- buğulanma ve karşımızda bir konferans salonu, Simon Anholt adında İngiltere'nin bağımsız danışmanlarından biri konuşmakta. İnsanların ülkeler hakkındaki ön yargılarının çok ama çok zor değiştiğinden bahsedip şu örneği verdi: Finlandiya hükümetinden birisi bu Simon abimizi aramış, "bir ay içinde 3 tane sauna kazası yaşandı, sizce bu bizim ülkemizin prestijini etkiler mi?" diye sormuş, bizimkinin cevabı, "eğer bir yıl boyunca her gün en az bir insan ölürse prestiji etkilenir ama Finlandiya'nın değil saunaların" : ) Konuşması bitti sorular kısmına geçtik, öğrencilernden biri sizce Borat filmi Kazakistan'ın prestijini düşürdü mü? o "lekeyi" temizlemek için Myn Bala adında Kazakların Moğollara karşı bağımsızlık savaşını anlatan bir film çıkardılar, ne diyorsunuz?" dedi
dedi ve bende bir ampül yandı, bu filmi çok duymuştum, abim yüzlerce kez taklidini yapmıştı... ama izlememiştim.

       V.

 http://www.bbc.co.uk/news/entertainment-arts-16733047
sonra bu haberi izledim. ve düşündüm. Borat filmi her haliyle karikatürize olduğu belli olan, absürd komedi örneği bir filmdi. Tabi Kazakistan devletinin tepki duyması normal ama bence aynı şiddette bir tepkinin ABD'den de gelmesi gerekirdi. Evangalistlerin saçma ayinlerinden tutun, Amerikan gençliğinin Yahudilere bakışı ve rodeo sahnesiyle gelişen Irak Savaşı'na tepkinin anlatılmasına kadar çok güzel dokundurmalarda bulunuyor film. Ya da benim bakış açımla bakınca böyle. bilemiyorum.
Uluslararası ilişkiler okumanın güzelliği belki de, ben daha objektif görüyorum ülkeleri. Asla kendimi de milliyetçi saymadım, 19. yüzyılda milletleri savaştırmak adına suni bir şekilde ortaya çıkarılan bir şeye nasıl bağlanabilirim ki? Dinin bir nevi yerini almış bir ideoloji bana göre. Kendime soruyorum Asya hakkında ne düşünüyordum şimdi nasıl değişti fikirlerim bu aldığım 3 aylık eğitim sonucunda. Çok değişti, özellikle tarihlerini öğrendikten sonra. Hepsi aslında bir şekilde Amerika'ya, kapitalizme ya da komunizme karşı savaşmış, emperyalist güçlerce oluşturulmuş suni sınırlar ve kimliklerinin esiri olmuş. Hakkaten çok ilginç ve bu bölümü okuduğum için çok mutluyum.

26 Ocak 2012 Perşembe

yazmalıyım. yazdım.

Biliyorum kitlelere hitap etmek için yazmdığımı. böyle uzun araların zaten hali hazırda az olan okuyucularımın (!) beni unutmasına yol açtığını. ama genede bazen küçücük bir şey yazmayı itiyor beni.
bu kadar zamandır neden mi yazmıyordum. biraz abes kaçacak ama teknoloji özürlülüğüm yüzünden. bloğun tasarmını değiştirdikten sonra nereden yazacağımı bulamadım/bulmaya üşendim. geçen ay türkiye'deyken babama baktım, bir elinde ayfon, onu burakıp aypedini alan bir adam gördüm karşımda. yaş 70 ama iş bitmemiş bizimkisinde. bendeyse inatla ikiye ayrılmamakta direnen sony t707 telefonum. alarmı var uyandırıyor, mesaj çekebiliyorum, foto da çekiyor allah için. ama bu kadar, basit ve sağlam. ama sanırım bende artık yavaştan "smartphone" jenerasyonuna katılacağım, yaşımın artık geçmiş olmasına aldırmadan ^^
teknolojik gelişme, rekabet ve ne istediğini bilmeyen x & y jenerasyonu. hepsinin birleşimiyle 2000lerin başında bir smartphone çeşit patlamasına yaşandı. birbirinden ayıramadım blackberry ve nokia modelleri birbiri ardına raflarda yerlerini aldı. bense sadık bir kullanıcıydım, renklerine ve ışık oyunlarına aldanıp 13 yaşında bir kız çocuğu gibi şuanda sahip olduğum telefonu aldım. (yukarıda görüyor) neden cep telefonum hakkında yazdım bu yazıda anlatacak bu kadar şey varken bilemedim ama sanırım bu yazı hayatımın yeni başlangıcının ilk adımı oldu. basit sade çocukca...