18 Şubat 2012 Cumartesi

bazı 'özel' günlere verilen gereksiz değer & narcisismus

Aslında bu iki yazı ayrı zamanlarda aklıma geldi ve ayrı ayrı klavyeye alınacaklardı, heyhat gene bir makale döneminden anca çıkabildim, kaslanmış parmaklar kulaklarımdan sıvılaşıp akıp giden beynimle...
Biraz alışveriş yaptım yürüdüm gezdim gökyüzüne(*) baktım iyi hissettim kendimi.


şimdi malumunuz ocak ayının sonu, şubat ayının başı itibariyle dükkan vitrinlerinde bir değişim yaşanır. bir sabah bakarsınız ki kıpkırmızı olmuş o camekanlar. neden? malum tutkunun gülün kalbin şevketin rengidir ve aşkı temsil eder. aynı zamanda kalp atışımızı hızlandırır, acıktırır McDonalds, KFC, Burger King ... bu rengin gücünden logolarına koyarak sonuna kadar yararlanmışlardır vs vs vs. neyse konumuz kırmızı değil, saptırmayayım. Sevgililer günü nedir? St. Valentine amcamız imparatordan habersiz sevenleri evlilik bağıyla birleştirirken yakalanmış öldürülmüş. Bizde kutluyoruz şimdi bunu, bravo bize. Hüzünlü bir gün değil mi yahu bu? ben mi yanlışım? noel ne? o da pagan inancı aslında, zamanında insanlar kışın ağaçları evlerinde (ya da nerede yaşıyorlarsa) korumaya çalışmışlar al sana ağaç süsleme. Müslüman ülkeler bile yapıyor. Hıristiyanlarda bunu başlatan paganları kılıçtan geçirmişler ona hiç girmiyorum artık. Nedir şimdi bu özel günlerin mantığı? Hatırlanması kolay diye mi? Hani ben hırboyum yılın 363 günü (sevgililer günü, yıl dönümü, doğum gününü çıkardım) ama bu gün ince ruhlu jön bir erkeğim 30 liraya gülümü alır, yemeğe astronomik rakamlarda para öderim seni ne kadar sevdiğimi gösteririm. Aman ne güzel. herkes bilir sevgililer gününde sevgilisini hatırlamayı. önemli olan sürprizlerle yaşamak, planlar her zaman yapılır. illa maddi bir şey olmasına da gerek yok ki. bir yerden geçerken sevgilinin çok sevdiği şarkıyı duyarsın açar dinletirsin. sürpriz yaparsın. ya da hadi maddi olsun, kel alaka bir günde alırsın eline gözüne çarpan güzel bir şey, sırf hoşuna gideceğini düşündüğün için, onu 'özel' bir gün olmadığında da hatırladığını gösterirsin. işte gerçek sevgi budur. gerçekten değer verme budur.



 bu kısım biraz narsist olacak ama ilk kez ismimi sevmek için bir sebebim oldu : )
şimdi benim ismim malumunuz 3 harf ve türkçede genelde isimler kısaltılmak suretiyle takma isim olarak kullanılır. benim durumumda bu imkansız tabi. sevgili annem bile oyale, oyiliii dışında bir şey uyduramadı maalesef. hiç bir zaman bir takma adım olmadı vesellam. İngilizcenin ana dil olduğu bir memlekete gelince adımın ingilizcesi bulma gerekliliği doğdu. kendisi embroidery. embriyo gibi bir şey. bunun latincesi ne acaba diye araştırdım, ars plumaria imiş. bunu da images.google'a yazınca bu çiçekle karşılaştım sevindirik oldum : )


*neden gökyüzü dedim. geçen aklıma bir şey geldi. bir genelleme. başımızın üstünde çatı olmadan geçirdiğimiz zamanlar 'gerçekten' yaşanmış olanlardır. öyle değil mi hakkaten? evsiz insanlar vs.'ye girmeden düşünürsek, özellikle benim yaş aralığım ve 20 30 yaş üstüm hangi zamanlarını dışarıda geçirir /geçirmek ister?
hava çok güneşli haydi dışarı çıkalım, kar/yağmur ne güzel yağıyor hadi yürüyüş yapalım, yazlık sinema, denizin gökyüzüyle buluştuğu o ufuk çizgisine bakarak suya dalıp çıkma, ilkokulda (ki biz lisede bile devam ettirdik) "hocam dışarıda yapalım dersi, lütfeaan!", açık hava konserleri, yıldızları saymak... hepsi ama hepsi ayrı değerli ve güzel ve en önemli ortak noktaları çatı barındırmamaları.*


3 Şubat 2012 Cuma

a legal stranger in coventry - 2


hani bazı cümleler / kelimeler vardır söylendikçe anlamını yitiren. Hah işte onlardan biri de "sorry" artık benim için. İngiltere'ye gelmeden İngilizlerin diğer milletlere nazaran daha çok lütfen dedikleri, teşekkür ettikleri ve özür dilediklerini öğrenmiştim ama bu kadarını da beklemiyordum. İşin kötüsü bende fazlasıyla alıştım! Örnek vermek gerekirse, mesela bir kapıyı açıyorsunuz öbür taraftanda açmaya çalışan biri var, iki tarafta özür diliyor. Ya da olur ya karşılıklı yürür iki insan birinin sağa ya da sola geçmesi gerekir yolu kesmemek için ama her iki insan da aynı tarafa hamle yapar, ne diyoruz "sorry". hatta bir arkadaşım test etmiş bu "sorry" olayını, karşıdan gelen ingiliz olduğunu tahmin ettiği bir arkadaşa dik dik bakmaya başlamış, adam geçerken "sorry" demiş artık pes yani : )
benim başıma gelen bir olay, İngiltere'den geldim, evdeyim. Odamda panjurlar örtülü ve benim gözler 5 numara. Annem içeri girdi, ben hala kendimi İngiltere'de zannediyor ve odama birisinin dalmış olduğunu farzediyorum, ve ne dedim bu durumda bile? "sorry" tabi annem kahkahayı bastı 23 yıllık anneni tanımadın mı diye : ) ve yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü üzere "sorry, not in service" burada bile unutmuyoruz!


28 Ocak 2012 Cumartesi

Borat v. Myn Bala

 Bu yazıyı yazmamı sağlayan olaylar dizisi 3 gün önceye dayanıyor. (dizi efekti- buğulanma ve karşımızda bir konferans salonu, Simon Anholt adında İngiltere'nin bağımsız danışmanlarından biri konuşmakta. İnsanların ülkeler hakkındaki ön yargılarının çok ama çok zor değiştiğinden bahsedip şu örneği verdi: Finlandiya hükümetinden birisi bu Simon abimizi aramış, "bir ay içinde 3 tane sauna kazası yaşandı, sizce bu bizim ülkemizin prestijini etkiler mi?" diye sormuş, bizimkinin cevabı, "eğer bir yıl boyunca her gün en az bir insan ölürse prestiji etkilenir ama Finlandiya'nın değil saunaların" : ) Konuşması bitti sorular kısmına geçtik, öğrencilernden biri sizce Borat filmi Kazakistan'ın prestijini düşürdü mü? o "lekeyi" temizlemek için Myn Bala adında Kazakların Moğollara karşı bağımsızlık savaşını anlatan bir film çıkardılar, ne diyorsunuz?" dedi
dedi ve bende bir ampül yandı, bu filmi çok duymuştum, abim yüzlerce kez taklidini yapmıştı... ama izlememiştim.

       V.

 http://www.bbc.co.uk/news/entertainment-arts-16733047
sonra bu haberi izledim. ve düşündüm. Borat filmi her haliyle karikatürize olduğu belli olan, absürd komedi örneği bir filmdi. Tabi Kazakistan devletinin tepki duyması normal ama bence aynı şiddette bir tepkinin ABD'den de gelmesi gerekirdi. Evangalistlerin saçma ayinlerinden tutun, Amerikan gençliğinin Yahudilere bakışı ve rodeo sahnesiyle gelişen Irak Savaşı'na tepkinin anlatılmasına kadar çok güzel dokundurmalarda bulunuyor film. Ya da benim bakış açımla bakınca böyle. bilemiyorum.
Uluslararası ilişkiler okumanın güzelliği belki de, ben daha objektif görüyorum ülkeleri. Asla kendimi de milliyetçi saymadım, 19. yüzyılda milletleri savaştırmak adına suni bir şekilde ortaya çıkarılan bir şeye nasıl bağlanabilirim ki? Dinin bir nevi yerini almış bir ideoloji bana göre. Kendime soruyorum Asya hakkında ne düşünüyordum şimdi nasıl değişti fikirlerim bu aldığım 3 aylık eğitim sonucunda. Çok değişti, özellikle tarihlerini öğrendikten sonra. Hepsi aslında bir şekilde Amerika'ya, kapitalizme ya da komunizme karşı savaşmış, emperyalist güçlerce oluşturulmuş suni sınırlar ve kimliklerinin esiri olmuş. Hakkaten çok ilginç ve bu bölümü okuduğum için çok mutluyum.

26 Ocak 2012 Perşembe

yazmalıyım. yazdım.

Biliyorum kitlelere hitap etmek için yazmdığımı. böyle uzun araların zaten hali hazırda az olan okuyucularımın (!) beni unutmasına yol açtığını. ama genede bazen küçücük bir şey yazmayı itiyor beni.
bu kadar zamandır neden mi yazmıyordum. biraz abes kaçacak ama teknoloji özürlülüğüm yüzünden. bloğun tasarmını değiştirdikten sonra nereden yazacağımı bulamadım/bulmaya üşendim. geçen ay türkiye'deyken babama baktım, bir elinde ayfon, onu burakıp aypedini alan bir adam gördüm karşımda. yaş 70 ama iş bitmemiş bizimkisinde. bendeyse inatla ikiye ayrılmamakta direnen sony t707 telefonum. alarmı var uyandırıyor, mesaj çekebiliyorum, foto da çekiyor allah için. ama bu kadar, basit ve sağlam. ama sanırım bende artık yavaştan "smartphone" jenerasyonuna katılacağım, yaşımın artık geçmiş olmasına aldırmadan ^^
teknolojik gelişme, rekabet ve ne istediğini bilmeyen x & y jenerasyonu. hepsinin birleşimiyle 2000lerin başında bir smartphone çeşit patlamasına yaşandı. birbirinden ayıramadım blackberry ve nokia modelleri birbiri ardına raflarda yerlerini aldı. bense sadık bir kullanıcıydım, renklerine ve ışık oyunlarına aldanıp 13 yaşında bir kız çocuğu gibi şuanda sahip olduğum telefonu aldım. (yukarıda görüyor) neden cep telefonum hakkında yazdım bu yazıda anlatacak bu kadar şey varken bilemedim ama sanırım bu yazı hayatımın yeni başlangıcının ilk adımı oldu. basit sade çocukca...

30 Ekim 2011 Pazar

Warwick'te ilk ayım

Biliyorum çok hayırsızdım daha sık yazmam gerekiyordu, o yüzden bu yazıyı yazmaya karar verdim. Alt başlıklar halinde son bir ayda olanları özetlemeye çalışacağım : )

Coventry


okulumun adı Warwick olsa da Coventry'e daha yakınım dostlar. 300.000 küsür nüfusuyla ortalama bir şehir kendisi. Bir adet IKEAsı
ve kocaman bir primark'ı mevcut : ) Kardeş şehir olayı ilk kez bu şehirde
çıkmış, savaştan sonra barış ortamını yeşertmek adına.
Ayrıca meşhur Godiva ve Peeping Tom hikayesi de evet doğru burada yaşanmış.







Birmingham
Bu şehrimize de burada bulunduğum ikinci haftasonu gittim. Kendisi 1 milyon nüfusuyla İngiltere'nin ikinci büyük şehri. Bir sanayi şehri ama bu bir İngiltere gerçeğini değiştirmiyor: gene yeşillikler parklar bahçeler bulunabiliyor : ) Gene organizatör ruhumu ortaya çıkartıp gezi planı yaptım ve on kişiyi peşimden sürükledim Birmingham boyunca : ) Bu resimdeki de buranın simgesi boğa.


Leamington Spa
Kesinlikle adının hakkını veriyor. Bana biraz Çek Cumhuriyeti'ndeki
Karlovy Vary'i anımsattı. Atatürk ve daha bir çok ünlünün şifa bulmak için
geldiği yer. Burası da yemyeşil parklarıyla bahçeleriyle. Müzesini de gezdik ki ne görelim, bir Türk Hamamı koymuşlar, her ne kadar tuğlayla
örmüş olsalar da o kadar hata kadı kızında da olur diyip gülüp geçtik : )
Yalnız buradaki aileler bir garip şimdi şu aşağıdaki fotoyu inceleyin
anam:


Evet doğru görüyorsunuz ( ya da göremiyorsanız adamın [babanın (!)] elinde tasma var ve çocuğu çekiştiyor. Ve bu normal bir durum burada! Köpek muamelesi yapıyorlar resmen çocuğa, insanlık ayıbı! yorulsa bile yürüme mecburiyetinde kalıyor zavallıcıklar : (






Olimpiyat meşalesi
Eveett Olimpiyat Meşalesini tuttummmm : )

hemide sadece yarım saatlik bir bekleme sonunda !!!








Okuldan gelen seks maili: (tamamen resmi, spam falan değil kesinlikle)
So it's week 4. Had sex? Having sex? Thinking about having sex? Just want to be safe and healthy? Get yourself down to the GUM Clinic from 12-6 in Copper Rooms 2 on Tuesday, it is completely free and confidential. Let's keep Warwick Campus STI free!


Sağolsunlar sağlığımızla "yakinen" ilgililer. Fresher (bu sene giren 17- 18 yaş grubu insanlar)'lar için verilen hoşgeldiniz kit'ine hemen abandım tabi (bedave hiç bir şeyi kaçırmıyorum artık, bohçacı teyze mode-on!) içinden prezervatif çıktı. Evet çok rahat insanlar bu İngilizler.




Japonca
Sonunda başladım evet! Hem Japan Society'e üye oldum oradan bir Japon kız yardımcı oluyor saolsun, adı Kaho, evli 25 yaşında ve sosyoloji masterı yapıyor. Hiragana /Katakana safhasını geçtikten sonra umarım hızlı bir şekilde ilerleyebileceğiz. Pazartesi günleri de World @ Warwick topluluğu sayesinde 1 saat bedava ders alıyorum ve gene bir Japon kızdan : )

East Asia laf çarpmaları
Evet maalesef akademik bir ortamda bulunduğumuzu ve önyargılar/ milliyetçilik gibi duyguları sınıf kapısı dışında bırakmamız gerektiğini unutuyorlar. daha ilk seminerimiz, hocamız neden doğu asya konusunda uzmanlaşmak istediğimizi sordu. Taylandlı bir kız "çünkü bende doğu asyadan geliyorum" dedi. Demesiyle Çinli kız "tayland doğu asya'da değil" diye atladı. Olm sorunlarınızı dışarıda bırakın lan akademik ortamdayız. "no it is not" "yes it is" "no no no" ...


Bu üç başlığı daha sonra bihayleyn elealacağım cancağızlarım : )
mcxlardan bir demet...

Grubun küçük kız kardeşi
Hallowen
Yemek çıkmazı

8 Ekim 2011 Cumartesi

a legal stranger in coventry - 1

hi mağ diğğ, vuc yu layk tu hev som tii : )
bu british accent beni benden alıyor vallahi. Tabi sadece bununla da kalsa iyi ya Hintlilere ne demeli : D
evet artık insanların aksanlarından ülkelerini çözme aşamasına geldim bir hafta içerisinde. Evet 10 gün oldu buraya geleli. Dersler, kitaplar, oryantasyon, koşuşturmaca derken anca şimdi yazmaya vakit ayırabildim. Hakkaten hareketli bir yaşamım oldu burada. Bir yandan artık bir post-grad öğrencisi olduğum gerçeği bir yandan da olabildiğince sosyal aktivite / kulüp / partilerin tadını çıkarmak derken zaman aktı geçti.
Oryantasyon programı fena değildi, sadece başlangıcım muhteşem oldu! Atatürk Havalimanına gelince kötü haberi hemen tam karşımda tabelada gördüm: 35 dakika rötar. Ben de biletimi öyle bir aldım ki, hani ucu ucuna yetişeceğim. Umutsuz ağlak sözlerle check-in'deki kadına saat kaç gibi varacağımızı sordum, merak etmeyin 10 dakika falan geç inecek dedi. Yani 16.15. 45 dakikalık bir maraton bekliyordu beni. Hakkatende uçak dediği saatte indi. Yalnız ben terminal 5e inmiştim ve oryantasyon grubu bizi 3. terminalde bekliyorlardı. Pasaport kontrolü, çipli alman pasaportum sayesinde saniyeler içinde bitti. Ooo kesin yetişirim diyip bavulumu almak için koşturdum, bantımızı buldum. Beklemeye başladım heyecanla. Yalnız küçük bir ayrıntıyı göz ardı etmişim. Uçakta febenin paf takımı vardı, ve kendilerinin bavulları "priority" yazılarıyla beraber bantta 10 dakika sonra dönmeye başladı :@ bekle bekle bekle 16.50de sevgili bavulum BOYRAZ geldi : ) hemen trene atladığım gibi 3. terminale gittim oradanda gelen yolcu çıkışını aramaya başladım harıl harıl. Tabiki bu terminal diğer dünyadaki tüm terminaller gibi giden yolcular düşünülerek yapılmıştı. tam 05.05te çıktım 3. terminal gelen yolcular kısmına ve bizim kırmızı kazaklı oryantasyon takımını gördüm, mutluluktan sarhoş bir şekilde 5 dakika kadar nefesimi toparlamaya çalıştım. Benimle beraber bekleyenlerin profili şöyleydi %80 çekik. Sanırım bu okulda karşılacağım durumun bir prototipiydi : ) otobüsümüze bindik okula vardık, kayıt yaptırdıktan sonra bizi saldılar gidin bulun yurdunuzu diyerek. Uzun çabalar ve iki Hintli kızın da yardımıyla yurdumun kapısını buldum. Ama kilitliydi! Elimdeki anahtarla dış kapıyı açmam gerektiği Hintli kızlar tarafından çığırtılarak belirtildi, kısa bir çabalamanın ardında girebildim binaya, odamı buldum, bavulu bıraktığım gibi dışarı fırladım, çok acıkmıştım! İki Rus kızla beraber yemek yedikten sonra, Hiphop-karaoke partisine katıldım otobüste tanıştığım iki kızla beraber. Bu arada bir taşla iki kuş deyiminin ukrayna'da bir taşla iki sinek, Fransızca'da iki taşla suda iki kez sektirmek (ne kadar romantik değil miii) olduğunu öğrendim : ) Neyse biraz hoplayıp zıpladıktan sonra odama dönüp uyudum. İkinci gün iki Türkle tanıştım, genellikle de onlarla takıldım sonraki günlerde. Seminerler dizisi oldu, en çok İngiliz Kültürüyle ilgili olanı beğendim, bir ara bir yazımı sadece buna ayırmayı düşünüyorum, ısrarla isteyiniz : ) Derslerimi sevdim. İlk dersim Doğu Asya Gelişme Modelleriydi, ve hocamız daha doktorasını yeni almış, e-mail adresi fuzzymind@... olan biri oradan pay biç yani sevgili blog!
Sanırım şimdi yatacağım, devamını sonra anlatacağım!

1 Ekim 2011 Cumartesi

kuzey türkiye

Merhabaaaa,
neredeyse bir ay olacak yazmayalı ama aslında o kadar çok şey birikti ki...
girişi uzatmadan başlayayım. öncelikle "literally" eylül ayında leyleği havada gördüm sevgili blog. Bayram tatilinde babamla Karaman üzerinden Mersin'e oradan da Adana'ya gittik. Bayram sırasında aileyle beraber olmak garip bir duygu benim için (takdir edersin ki). Ama keyifliydi. Adana'da sevgili köyümüze gidip aile mezarlığımızı ziyaret ettik. Nedense insanlar ölülerinin arkasından bile metaryalist gibi geliyor bana. Tamam belki o insanı son gördüğün yer o noktaydı (beyaz kefenin içinde) ama neden yani? bazı şeyler garip. Yakılıp Ganj nehrine falan atılmak daha mantıklı geliyor bana. Madem ruhun özgürlüğe kavuşup rüzgarla beraber salınıyor havada, kalan materyal parçaların için durum neden farklı olsun? amaaan bilmiyorum belki de fazla gerçekçi davranıyorum, bilmiyorum. Neyse saptım konudan ne diyorduk, ha evet Adana. Memleket Adana olmasına rağmen hemen sonraki gün Tekir yaylasına çıktım, misss hava miss su missss yemek üçlüsüne yani ; ) Orada da bir gece kaldıktan sonra, Çamardı yaylasında babamın bir arkadaşını ziyaret ettik. Kendisi organik ve sağlıklı yaşamla kafayı bozmuş durumda. Ama öyle böyle değil. Kendi kuyusundan çıkmayan suyu bile içmiyor o kadar yani. Neyse orada da bir gece geçirdikten sonra döndük yuvamıza.







Aradan 5 gün geçmedi kiiii sabah 5.55 uçağıyşa Samsun'a uçtuk Rotary kulübüyle. İlk günümüz acayip yoğundu. Şöyleki kahvaltımızı Samsun Sevgi parkında yaptıktan sonra, önce Samsun'u (Atatürk heykeli,evi, Bandırma vapuru, teleferik, yabancılar pazarı) gezdik oradan da 4 saati bulan bir yolculuk sonucunda Tokat Ballıca mağarasına gittik. Dünya'da örneği yalnızca burada olan soğan sarkıtlarını %80 oksijen eşliğinde gezdik (rehberin yalancısıyım). Sonraki gün Çorum (Alacahöyük, Yazılıkaya, Hattuşaş) ve Amasya'yı görerek Samsun'a döndük. Sonraki gün Sinop ve Erfelek şelaleleri (yürüyerek / tırmanarak ulaşılabilen 27 farklı şelale - doğa harikası) ile devam ettik. Sonraki gün ise sıra Safranbolu'ya geldi. Muhteşem lokumlar yedik. ve 1 (bir) gram safrana 15 tl verdik (kendisi dünyanın en pahalı baharatı!). Sonra İstanbul'a geldik, grup uçakla döndü. Bense 5 gün sonra Tekirdağ - Şarköy'e devam ettim düğün dolayısıyla. Kına gecesi ve düğüne katıldık. Çok keyifliydi hakkaten bu Trakyalılar işi biliyor : ) bir de erkek tarafı Karadenizli olunca roman havalarının yanında horonlar tepildi ki, nasıl bir eğlenceydi anlatılmaz yaşanır denen cinstendi. Sonra tekrar evime döndüm. İngiltere için hazırlanmaya başladım. Şimdi ise 5 gündür buradayım. izlenimlerimi, gözlemlerimi vs en kısa zamanda aktaracağım hiiiçç şüphen olmasın ; )