27 Ocak 2013 Pazar

3 ay sonra..

Merhaba!

Ocak ayı yazımı yazayım artık gari dedim. ay bitecek zira.
29 ekim ve bayramı birleştiren 9 günlük tatilden sonra ancak şimdi gelebildim tekrar evime (!)
şu üç ay sanırım hayatımda en köklü değişiklikleri yaşadığım zaman oldu. Yapmak istediğim uzun zamandır aklımı kurcalayan bir değişikliği gerçekleştirdim ve bu sefer once & for all oldu. Tabi can yakan şey buradaki anılar oldu.. Ama her şeye adapte olmayı en güçlü savunma mekanizması haline getirmiş biz homo sapiensler için bazı şeyleri atlatmam kolay oldu. Zira bazı sorunlar büyüdükçe uzadıkça biraz da anlamsızlaşıyor ve üstünden gelmek kolay oluyor.

Eğitim hayatımın 19. yılı tüm hızıyla devam etmekte. Artık sıkıldığımı ve çalışmak istediğimi daha iyi anlıyorum. Özellikle Avrupa Birliği hakkaten okunacak bölüm değilmiş. Entegrasyon teorileri dışında sadece ezbere dayalı bir bölüm.. Geleceğime ne katkı sağlayacağı konusunda en ufak bir fikrim yok maalesef. Bölümden mezun olanlar Istanbul Tıcaret Odası gibi yerlerde çalışıyormuş. Hükümetimizin AB sürecine ver(me)diği değer zaten Egemen Bağışın saçma sapan açıklamalarıyla ayyuka çıktı. Şimdilik İstanbul'da yaşamaya karar verdiğim de düşünülürse Avrupa'daki kapıları da kapattım.. İki sene boyunca düşünmediğim şeyler gene aklıma doluşmaya başladı blog. İş hayatındaki kimse de mutlu değil ve benim istediğim sektörler de Türkiye'de gelişmiş durumda değil pek..

Bugün gene mezarlığa gittik ve Burhi'mi nasıl özlediğimi bir kez daha anladım. Onunla konuşmaya akıl danışmaya ne kadar da ihtiyacım var ama o artık yok. Bu gidişimde kesin yaptıracağım imzasının dövmesini. Anket defterimi de yanıma alacağım 40 ahiret sorusunu zorla doldurttuğum : ) Diğer bir gelişme de artık Mari Hotelden geriye hiçbir şey kalmamış olduğu gerçeği. Tüm otel yıkılmış yerine 5 katlı yeni bir otel yapılıyormuş. Hayatımın ilk 20 senesine damga vuran iki şey artık yok. Hem acı hem de olması gereken gelişmeler belki de diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Geriye bakmamı ve oraya takılı kalmamı engelliyor belki de, bilemiyorum.

İsyanım var :

1. ürettiklerinden çok tüketenlere ve hatta daha kötüsü tükettiği şeylere aslında sahip olmayıp borç alanlara. bu insanların tek derdi kim ne kadar kazanmış/batırmış dolar euro paritesi nolmuş kim ne araba almış halıları ve perdelerini yenilemiş mi vs vs vs

2. kendini evrenin merkezine koyup diğerlerinin onun çevresinde dönmesi ve her işlerini halletmek için sıraya girmesini bekleyen şımarıklara. bunlar genelde düşüncesiz de olurlar ki şu hayatta en nefret ettiğim şeydir düşüncesizlik.

3. sosyal medya hastalarına. bu kategoriye özellikle facebook bağımlıları giriyor. yapacak daha iyi bir işi olmadığı için sürekli stalking peşinde koşanlar... o enerji çok daha yararlı şeylere harcanabilir kanımca.

tatil moduma geri dönüyorum ben anam. öptüm.




22 Kasım 2012 Perşembe

^yaşanmış^ bir gün..

Böyle bir tabir var gerçekten de, yaşanmış bir gün..
Hani her şey bir süre sonra alışkanlığa dönüşür ve monotonlaşır ya hayatımızda, çok tat vermez hiçbir şey,  işte o zamanlarda herkesin ihtiyacı bir doz ^yaşanmış^ gün.

Geçen cuma günü işte böyle bir gündü. Babam geldi ziyaretime ve bazı işlerini halletmeye. Bu parantezi açayım ki daha iyi anlaşılayım; benim anne babamla ilişkim sanırım çoğu insandan farklı. Çünkü biz kelimenin tam anlamıyla 17 senenin 340 gününde beraberdik hemde günün çoğu saatinde. Anne babanın aynı zamanda iş yeri olan otelde yaşamak bunu getiriyor sanırım. Tüm öğünlerimiz, tatillerimiz boş ve dolu vakitlerimiz beraber geçti ve bu yüzden daha farklı bir bağlılığım var onlara..
Babamı aldım ve büyükadaya gittik. Güzel bir kasım esintisi vardı, güle şakalaşa vardık bakmak istediğimiz araziye. Artık babamın biraz daha yaşlandığını kabullendim bir kez daha, kalbim biraz buruldu ama doğanın kanunu diyip geçiyoruz.. Yol boyunca da teknolojinin nimetlerinden faydalandık abime ve ablama bol bol foto çekip yolladık whatsappdan. Böylece onları da biraz dahil etmiş olduk günümüze. Oturduk sohbet ettik havadan sudan insanlardan ilişkilerden yanlış ve doğrularımızdan..
Sonra anakaraya döndük ve akrabamız olan benim en son çocukluğumda gördüğüm bir teyzenin evine. Babamla aynı yaşta olmasına rağmen nedense ninemmiş gibi gördüm onu. Bazı insanların öyle bi sıcaklığı vardır, anneanne sıcaklığı hemen kucak açarlar konuşurlar bir şeyler hazırlatıp taşıtırlar kendi torunlarıymışcasına..
52 senelik eşini 8 ay önce kaybettiği için tabiki konu sürekli oraya geliyor. Evliliğin püf noktasının sabır olduğunu söyledi. Birbirlerini çok çekmişler ama bilinçli bir şekilde olmuş bu. 'ben İbrahim'in anahtarı kapıya sokuşu ve çevirişinden o gününün nasıl geçtiğini anlar ona göre kızgınsa içeri geçer başka iş yapardım o sakinleşene kadar, sonra salatanın tuzu/yağı/limonu az/fazla olmuş diye laf ederse de çok sesimi çıkarmaz istediğini verirdim.' dedi. Bugünlerde maalesef yok bu dedim, insanların birbirini çekecek sabrı ve saygısı kalmadı. Bireyselleştik, kendimizi keşfetmek ve kendimizi duygusal olarak tatmin etmeyi de öğrendik. Belki dünya daha acımasız bir yarış alanı haline geldiği için belki de artık bir şeyleri tüketip bitirip yeni arayışlara yönelmekte gecikmediğimiz için.. Hep daha fazlası olsun yenisi olsun... bitmez tükenmez bir açlık.
Bunları benden 2 generasyon büyük biriyle konuşmak gözümü daha da açtı ve haklılığımı kanıtladı.
Mutlu ve huzurlu bir gündü, 'yaşanmış'tı..

30 Ekim 2012 Salı

uyku

Daha ay bitmedi ama genede kasim ayina sayilsin bu yazim =P

Uyku konusundaki nacizane fikirlerimi bilgisayar ekranina dökmeye karar verdim bu yazımda.
Hem felsefik hem bilimsel olmasını istiyorum umarım dozunu iyi ayarlarım.

Tanıdığım her insanın karakterini biraz da uyku alışkanlıklarıyla analiz etme gibi bir huyum var benim. Mesela birinci nokta ne şekilde uyuyor? yüzüstü rahat pozisyonda mı, cenin mi, yoksa benim tarzım olan balerin mi, bu şekilde kendine olan güvenini değerlendiriyorum. Bunda bir bilimsellik yok sadece benim karşılaştırma, deneme-yanılma yaparak bulduğumu düşündüğüm bir şey. Günlük hayatta sürekli maske takan-rol yapan mahluklar olduğumuzu düşününce bu çıkarsamayı yapmam o kadar da garip gelmiyor aslında bana. Zaten uyku saatleri bir insanın yaşam tarzını gayet güzel ortaya koyar bu değerlendirmeye hiç girmeyeceğim. Sonra uykuyu ne kadar sevdiği meselesi var ki, şimdiye kadar ben çok uyumayı sevmem diyeni görmedim. Uyku biraz da hayatın gerçeklerinden kaçıp kendini kapatma ve beynin kendini resetlemesini sağlamakta. Örneğin (tahminimce gene İsveçli bilim adamlarının yaptığı bir araştırma sonucunda) bir kaç denek non-rem uykudan rem'e geçişte sürekli uyandırılmış ve rüya görmeleri engellenmiş. Sonraki gün denekler kendi hallerine bırakılınca non-rem'den hızlıca rem uykuya geçip bir önceki gene görmelerinin engellendiği rüyaları hızlıca görmeye başladıkları bulunmuş. Yani bu bir temel fizyolojik ihtiyaç. Freud'un bahsettiği alt-benlik yani id'imizle ilişki kurmanın en temel yolu uyku hali. Hipnoz'da bu şekilde ortaya çıkarılmış zaten. Hakkaten çok ilginç bir o kadar da açıklanamaz ama doğru !

Geçen bir kaç ay içinde karşılaştığım bir şey de 'lucid dreaming' yani bilinçli uyku-rüya hali. Değişik yöntemleri var fakat en bilineni kolları iki yanına ve yukarı kafanın iki yanına doğru bırakarak hareketsiz yarım saat yatmak. Sonra istediğin şeyi düşlemek ve gerçek gibi hissetmek. Ahanda burada video'lu falan açıklaması mevcut = http://www.world-of-lucid-dreaming.com/ Bu yöntemle kendini binadan bırakıp uçanlardan hayran olduğu biriyle saatlerce konuştuğuna inanana kadar bir sürü insan mevcut. Denemek gerek.

Insomnia - a.k.a. benim nefret edip ayda bir iki kere de olsa başıma gelen durum! En son kafama gene toka dışında bir sürü şey takmam neticesinde bayram boyunca 9 günün sadece 4'ünde yarım yamalak uyumamla sonuçlanmıştı. Öyle uyumadan bu kadar rahat bir pozisyonda saatlerce nasıl uyumadan durabiliyorum ateistler bunu da açıklasın lütfen! Ve sonuç olarak şimdi olduğu gibi olayları akışına bırakıp kontrol etmeme ve hatta adeta nihilist bir ruh haline bürünme  kararımla sonuçlanan bir durum ortaya çıkıyor ve ben gene rahat uykuma geri dönüyorum ^^

sanırım şimdilik yazacaklarım bu kadar.
musmutlu kalın yavrularım

11 Ekim 2012 Perşembe

ekim, zaman, seçim

hiç kimsenin ben ingilteredeyken de bakıp okumadığı bloğumun dizaynını gene değiştirdim hayırlı olsun bana. bana bile karmaşık gelmeye başlamıştı sürekli log*out oluyor ve giremiyordum çeşitli cambazlıklar yapıp garip yerlere basmadan. neyse şimdi hallettim sanırım.
Ay başına tek yazı yazıyor gibi göründüğü için bu başlığı seçtim.
aslında şuanda yazma sebebimde İngilizcenin belki de en sevdiğim kelimesinden kaynaklanmakta ;

Procrastination.

Psikoloji kelimesini yazamayıp ay ve ağız'ın ingilizce yazılışını karıştıran bi insan olarak bu kelimeyi her zaman doğru yazabilmekteyim. sebebi ise çok basit. kendimi alman disiplininin engin denizinde doğmuş yüzerken bulmama rağmen sanırım bazen nature, nurture tarafından alt edilebiliyor. Uzun lafın kısası bazen tam bir türküm ertelemek konusunda. Tomorrow never comes vesellam.

Bu aralar 'zaman'a takık durumdayım biraz. Çok garip bir şey değil mi ? Bildiğimiz 4 boyutun biri, uzun zaman çizgisel olduğu farzedilmiş. Sonra da tıpkı evrenimiz gibi eğilip bükülen bir şey, yani adeta bir sarmal olduğu, solucan delikleri denilen tünellerden geçip zaman içinde yolculuk yapılabileceği 'bulunmuş'. Bu şekilde yazmam gerek çünkü bu dediğim maalesef hala teori de mümkün. Maalesef mi peki? Zaman yolculuğu diyince aklıma gelen ilk şey (hayır 'back to the future' değil) kelebek etkisi. Şu Amazon ormanında tek bir küçük kelebeğin kanat çırpışının arizona'da bir kasırgaya yol açabileceğinin matematiksel ispatı. Ve bu teorinin üzerinden kurgulanmış olan 'Butterfly Effect' filmi. Küçüklüğümden beri bende günlük tutardım (tabiki hafızam gidip geldiği için değil-yazmayı sevdiğimden filmdeki gibi o an'a dönme düşüncesi beni gerçekten çok heyecanlandırdı başta. Hatta itiraf edeyim çıkarıp baktım 9 yaşında yazdığım sayfalara gülümseyerek. Tabiki farkındaydım şimdilik dönüp değiştiremeyeceğimi, ama asıl soru istiyor muydum? İçimdeki o güçlü ses kocaman bir EVET dedi. Ama aslında o değişikliğin yol açabileceği olasılıklar zincirini o kadar karmaşıktı ki... Ya daha kötü olaylara yol açarsa düşüncesi gark oldu ivedilikle kafama.

Hayatımıza soktuğumuz ve çıkardığımız/çıkarmaya çalıştığımız insanlar işte en çok bu konuda yaptığımız seçimler etkiliyor gelecekteki hayatımızı. Tabi kuantum'un çoklu-dünya teorisine göre aslında seçim yapmıyoruz. Şöyleki paralel bir evrende o gitmediğimiz yoldan yürüyüp yememeyi seçtiğimiz yemeği yiyoruz. Açıklaması biraz karmaşık ama biraz okuyunca mantıklı geliyor.
Geçen gün TEDx videolarından birini izliyordum, Paradox of Choice idi başlığı. Aslında modern dünyada önümüzde onlarca-yüzlerce-binlerce seçeneğin serilmesinin aslında bir ilüzyondan ibaret olup bizi nasıl mutsuzluğa sürüklediğinden bahsediyordu. Şimdi bu iki büyük bilgiyi bir arada yazınca kendimle çelişiyor gibi oldum ama belki de değil. Aklımızda hep o seçmediğimiz 'şey' oluyor ister istemez. Çünkü alışmışız artık hazır bulduğumuz şeyleri sonsuzlarmıs gibi tüketmeye modern homo sapiensler olarak, her şeyin elbet bir sonunun geleceğini ve sınırsız olmadığını kanıksıyoruz. Bu da yanlış zamanlarda yanlış seçimler yapıp mutsuzluğa gidişimizi hızlandırıyor. Bazen geri dönme şansımız olsa da çoğunlukla olmuyor.

Yani ...

http://www.youtube.com/watch?v=PkGrkNu6mDg

But if you try sometimes well you might find 
You get what you need ...

1 Eylül 2012 Cumartesi

eylül ayı hüzün ayı


Başlığım baya klişe olsa da benim gerçeğimi yansıtıyor. Neden mi? sararan-kızaran dökülen yapraklar serinleyen hava... hehe benim tanıyanlar dalga geçtiğimi anlamışlardır sanırım. Benim kendime göre sebeplerim var.

Bir yazı daha yedim hemde bu sefer word programıyla flörtleşip bir de love-hate ilişkisi yaşayıp laptuş ışığında bronzlaşarak!
Evet sonunda benim de bir tezim olacak. Kalitesinden emin olamamakla birlikte Sabancı'da geçecek 1.5 senemde projeye çevirmeye çalışacağım kendisini.

Geldi çattı eylül ayı gene. küçükken eylül bana havuz ve denize girebiliceğim son bir ayı hatırlatırdı. okuldan dönüp (o zamanlar dershane kültürü yaygın değil 8. sınıfa kadar gitmemişim) havuza kendimi atmak için dakika sayardım. Sonra geldi lise daha hüzünlü olmaya başladı bu ay benim için. Üniversite sınavına her sene biraz daha yaklaşmak anlamı taşıyordu çünkü eylül... 17 sene yaşadığım Manavgat'tan ayrılmam da bu ay da oldu. O bilinmezlik arkada yarım ve kırık bırakılan şeyler...Üniversitede artık 12 yıl öğrenci olmanın verdiği 'kaşarlanma' ve yazların staj-yaz okulu gibi aktivitelerle geçmesiyle artık çok ifade etmez oldu. ta ki 2009'da kadar. İki beklenmedik olay tüm eylülü dip noktada yaşamama neden oldu. Ve ondan beridir sevmiyorum bu ayı. Her şey ortasına kadar slow-motion'da akarken ikinci yarısının bir anda bitmesi...

Yeni başlangıçların ve bitişlerin ayı benim için eylül. öğrenci ajandaları gibi bir nevi. yıl eylülden başlar. ağustos bile olsa öğrenci homo sapiensinin ağzında 'bir seneye başlasın okul çok düzenli çalışacağım bu sene...' lafı olur. Şimdi ise en büyük değişimi yaşayacağım son 11 aydır yaşadığım ülkeyi değiştirerek ve aslında başladığım yere dönerek bazı şeyleri değişmiş bulacağımı umarak...


bu da pilli bebekten gelsin eylül şarkım..

http://www.youtube.com/watch?v=DR7mtyH0NRY

26 Ağustos 2012 Pazar

80. yazım.neden önemli olmasın ki?

blogger'a uyuz olmaya basladim biraz. yazi yazabilmek icin binbir yere tikladim durdum, tamam belki en son 3 ay önce yazdıgım içindir de neyse.
hevesim kaçtı ne yazsam şimdi.
hayatımın son 4 haftası bi loop içinde dönüp durmakta. ya kütüphane ya odamda tezimi yazmakla uğraşmaktayım. bir yandan şu günlerin hemen geçmesini bekleyerek bir yandan da istemeyerek...
hakkaten çabuk alışıyorum bir yere ve tam düzeni kurmuşken tüm kısa yolları öğrenmişken tekrar terketmek... sanırım yaşlanıyorum.
türkiye'de 3 eve yayılmış eşyalarım ve oturtmaya çalışmam gereken bir hayatım var bense yaşam enerjim düşmüş şekilde bir sürü şeyle yüzleşeceğim. Mio dios bana güç ver.
acaba yurtdışına gidecek miyim. ne işte çalışacağım. tezimi geliştirebilecek miyim.
sorular ve pek çok yanıt. son bir senedir hayatında olmadığım insanlar ve adaptasyon.
bazen gerçekten karar veremiyorum 1 sene ne kadar uzun bir vakit.

Gitmeden yaptığım aktivitelerden bir demet sunmam gerekirse ilk kez eli yüzü düzgün bir club'a gittik 2 gün önce. girene kadar organizasyonda sorunlar olsada çok eğlendik. ana sahne ve yan sahnesi vardı farklı tipte müzikler çalan. klasik ingiliz kızlarına hala ilk günkü hanzo tavrımla baktım kaldım. önceden de yaptığım avcı-toplayıcı çözümlemesini hatırladım kendi kendime sırıttım falan. Gatecrusher - birmingham. bi de önce ismi gaycrusher anlamam ayrı bir efsaneydi.

Warwick Castle a.k.a. Merlin'in çekildiği yer dün gittim ona da. Her İngiliz h.sonu aktivitesinde olduğu gibi metrekare başına düşen çocuk sayısı tavan yapmıştı gene. kendimize yol açarak gezmek durumunda kalsada her yarım saatte bir başlayan ilginç aktiviteler bizi kale surlarına ve burçlara boş boş bakmaktan kurtardı. özellikle jousting beni şövalye filmine geri götürdü, arada konuşmalarla ince ince verilen British Humour da cabası. Kartal gösterisi benim gibi bi hayvanseverin içini dağlasa da o kanatların kafanın bakışın güzelliğinde kaybettim kendimi. Iyiki gitmişim.

son olarak gitmeden aldığım kararlar =

' kimseyi hiçbir şey için zorlamamak akışına bırakmak ve olmuyorsa bırakmak.
''gitara başlamak
'''japonca öğrenmek
''''giyime daha çok önem vermek
'''''müzik & film arşivini zenginleştirmek
'''''' istanbul'da yaşadığını gerçekten hissetmek

şimdilik bu kadar.

5 Haziran 2012 Salı

Field Day & Diamond Jubilee

Bir an ne yazacagimi bilemedim, aslinda yazacak seyler birikti ama nereden baslasak.
Sondan basa gidelim madem. gecen uzun - haftasonu Londra'daydim. O sehre gittigimde hem 2 sene onceki duygularim canlaniyor hemde ingiltere'de oldugumu hissediyorum. 3 ay sonra dondugumde burayi coventry'den daha cok ozleyecegim bir gercek. Neyse konuya donersek, cumadan ciktik yola hostelimize yerlestik yeri cok merkeziydi ve temizdi allahtan, tek problem tum duslarin 4 kat asagida olmasi. ve tabii bu da 3 gun boyunca dus alamama sebep oldu. burada belirtmem gerekiyor ki iki kere yagmurda sIrIlsIklam islandigimiz icin cok da gerek duymadim bir sure sonra : )
Asil konumuz (artik girizgahi kesiyorum) gitme sebepLERim! oncelikle Field Day 2012! kendisi indie rock festivali. ve bu demektirki tanidigim grup sayisi sInIrli :O ama cok eglendim! Victoria Park'in degisik koselerine kocaman 6 adet cadir kurmuslar ve bir de ana sahne
vardi Andrew Bird, Metronomy, Beirut ve

Franz Ferdinand dinledigim. Ve festival Ingiltere'de
oldugunu belli etti, cin-alman-hint yemekleri satan
onlarca stand vardi. bkz. >
emme cok pahaliydi be haci, cok bir sey icmedik bizde napalim
ogrenci kafasi ; ) zaten bir gun once King's College student union'da
surahi sürahi bira icen arkadaslarim pek de ihtiyac duymadilar!




Soldaki fotomuz havanin guzel oldugu o nadir 1 saat icinde cekildi. sonrasinda afrocubism adinda bir grubu dinlemeye gittik baya basarililardi, degisik afrikan enstrumanlariyla salsa muzigi yaptilar ve eglendirdiler bizi. Onlardan once de Friends adinda bir kiz grubu izledik onlari da burada belirteyim. Aksam 6'ya dogru Andrew Bird cikti, hakkaten enstrümanlari bir sihirbaz ustaliginda kombinliyor ne zaman nasil girdiler ciktilar belli olmuyor, bkz: http://www.youtube.com/watch?v=QhNztq7Qknc&feature=list_related&playnext=1&list=AL94UKMTqg-9DF_DQZy7SYav25-gJyEqf-


Taze donutlarimi alip afiyetle yedikten sonra ana sahnenin onune geldik cunku Metronomy'nin vakti gelmisti. Itiraf edeyim The Look en iyi bildigim sarkiylariydi, digerleri aklimda degildi pek. ama konserden sonar aklima kazindilar resmen. hem klavyeye gereken deger veriliyor hem tum grup beraber sarki soyluyor, daha ne isterim ; )

Sonrasinda Beirut ve Franz Ferdinand vardi. Beirut bekledigim gibiydi pek bir degistirmemis sarkilarini konser icin. Franz Ferdinand mukemmeldi, son grup olarak. Yagmayan resmen akan yagmurun altinda dinledik kendilerini. Resmen tum o kalabalik grupla bir butun halinde hareketlendik atladik zipladik. Bir alttan taze cim, ustten yaganyagmurun taze kokusu ve tabikiiiii "I say don't you know / you say you don't know/ I say ... take me out!" SuSenlik'te eglenenlere nispet olsun =P



Geldik ikinci gune! Lizzy'nin 60. tahta cikis yil donumuymus. Vay anasini dedim ne kadar da gencmis, 26 yasinda gencecik bir kizcagiz. Bir arkadasim, kralicenin hayati boyunca hic kot pantolonu olmadigini soyledi. Aslinda gelecek bir-iki yilinin dakika dakika planli oldugu bir yasam surunce boyle oluyor olmali. Neyse efenim, bu diamond jubilee'nin ikici gununde Thames nehri uzerinde 13 koprunun altindan gecilip en son Tower Bridge'e gelinerek el sallama muzikler, common-wealth ulkelerinin minik kayiklariyla, ve tabiki tum kraliyet ailesinin oldugu gemiyle yapilan, suanda kime ait oldugunu hatirlamadigim fakat Victoria zamanindaki jubilee kutlamalarindan esinlenerek yapilan bir yagli boya tabloda kullanilan komposizyonun ayni kullanilarak yapilmis. Biz de Tower Bridge'deydik, kocaman bir ekrandan izledik. Lizzy gecerken havaifisekler falan ve tabiki kulakzari patlatan muzikler, ver coskuyu ver coskuyu tripleri vs. Tabiki diamond jubilee icin bastirilan soldaki fotoda gozuken oyster card'da benim icin guzel bir ani oldu. Yagmurun gene bastirmasi ve tube'de pastirma olmamiz, insan gormekten bikan biri olmam ve megabus'da pismemle biten bir maceramdi iste bu da boyle.