30 Nisan 2010 Cuma

Aus & NZ




Aslında otelle ilgili yazıma devam edecektim ama tembellik edip daha önce msn space'de Avustralya ve Yeni Zelanda ile ilgili yazılarımdan alıntılar yapacağım bu seferlik ;]
Genel izlenimler & bilgiler:
Koalalar mükemmel hayvanlar gündüz uyuyorlar ama gelen ziyaretçiler için 2 3 tanesini uyanık tutuyorlar o kadar yumuşaklarki aynı fotograftaki gibiler kangurular ise ayrı birer dünya öyle rahat rahat aramızda gezip kendilerini sevdirdiler.Sonra Avustralya’nın doğal bir güzelliği olan Blue Mountains a doğru yola koyulduk. Yolda çekim yaparken üniformalı gençler gördüm ve bizdeki gibi üniforma giyilebiliyormuş okullarda ama bir öğrenci giymeyeceğim dediğinde yasayla kısıtlanmamış yani serbestler. 6 haftalık “yaz” tatilleri bitmiş bugün tekrar başlamış okulları. 5 yaşında başlıyorlarmış okula ve 17 yaşına kadar zorunlu devam ediyorlarmış sonra bizdeki gibi sınavla üniversitelere giriyorlar. Blue Mountains’a geri dönersem bu dağlar adlarını okaliptüs ağaçlarının buharlarının mavi olmasından almışlar.1 saatlik bir tırmanıştan sonra tepeye vardık süper manzaralar yakaladık. Eskiden kömür madeniymiş ama kömür bitince kullandıkları trenlere kadar hepsini turistlere açmışlar. Dünyanın en dik trenine bindik ve aşağı indik sonra biraz yürüyüşten sonra telefrikle yukarı çıktık tekrar. Dönüşte 2000 Sidney olimpiyat köyünün içinden geçtik. Güzel yapmışlar baya. Bu arada Avustralya’nın tarihinden de bahsedeyim, İngilizler 1800’lü yıllarda 750 suçluyu kendi hapishanelerinde yer kalmaması nedeniyle buraya getirmişler ve insanlar çoğalmış. Başkenti bilinenin aksine Sydney değil Canberra ve nüfusu 400.000 . GDP:45000$. Burada askerlik zorunlu değil ve bu yüzden profesyonel askerler yetiştiriyorlar.
Princes Cruise (Diamond) hakkında:
Gemimiz 300 küsür metre uzunluğunda 2700 yolcu kapasiteli neredeyse al bizim okulu koy içine JDün gemiye biniş işlemlerini gerçekleştirdik gerçekten çok profesyoneller kredi kartı gibi bir şey veriyorlar o hem kapı anahtarı hem harcamalar için kredi kartı hemde gemiye giriş kartın oluyor çok pratik. Geminin limandan ayrılışı çok güzeldi tüm o ışıklar ayın hilal görüntüsü müzik her şey birbirini tamamladı gerçekten görmek gerek tarif edilesi değil. Melbourne’a doğru yoldayız yarın oraya varacağız.Dün casino’yu gösterdi babam grubumuzdaki Kıbrıslılar evlerine kavuşmuş gibi şendiler gemi 12 mil açılmadan açılmıyormuş makinalar sıralar oluşmuştu makinaların, masaların önünde. Sanırım asla anlamayacağım bu dolaylı yoldan para kaybetme zevkini neyse.Onun dışında fitness merkezine bayıldım bizim okuldaki aletlerle aynı markadan ve tüm aletleri tanıyorum çok hoşuma gitti.Yüzme havuzları bizim küçük geldi yani tabi olimpik havuz koyacak halleri yoktu bende buldum da bunuyorum di mi :)
Melbourne:
Haritaya baktığımda dikkatimi çeken Melbourne Observation Deck(270 m.) oldu dedim hadi tüm şehri görelim yukardan, sora sora doğru tramvaya bindik ve doğru yerde indik. Neyse çıktık yukarı birde ne görelim bizim grup da orada geziyor, çok sevindik tabi yoksa tüm gün ne yapacağımızı bilmiyorduk gerçekten. Neyse sonra Quenn Victoria Market’a gittik tişört ve yağmur sesi çıkaran aborijin işi bir şeyler aldım oradan da Ayla Hanım’lara takılıp şehir merkezine gittik güzel bir İtalyan restorantında yemek yiyip tramvayla geri döndük limana. Melbourne hakkında pek bir şey öğrenemedim açıkçası babamlar grupla dağlara çıktılar ve 70-80m. uzunluğunda okaliptüs ağaçları görmüşler güzelmiş. Melbourne’da aynı bir Amerikan/İngiliz şehri caddelerinin isminden dükkanlarına kadar.
Tasmania Adası:
asmania’ya bu sabah vardık erkenden kahvaltı yapıp çıktık 8.30da otobüse bindik Mount Wellington’a çıktık hava yağmurlu olduğu için aşağıyı pek göremedik çektiğim fotoğraflar bir şeye benzemedi.500000 nüfusu var 205000i Hobart’ta yaşıyor(aynı zamanda başkent) elma ve üzüm tarımında çok iyiler, dünyadaki afyonun %40ı buradan geliyormuş(250 milyon dolar geliri var).Organik tarım yapılıyormuş hava kirliliği yok üniversitesi bayıldım kocaman bir alana yayılmış durumdalar. NASA bir gözlem aleti hediye etmiş. Richmond’a gittik burada Avusturalya’daki ilk köprü ilk kilise ve ilk hapishaneyi gördük hepsinin tarihi 1830lara dayanıyor. Şirin geldi bana her yer tekrar gelip daha fazla gezmek isterim. Burada da trafik soldan işliyor. Avustralya’nın 6. Eyaleti ve Avustralya kıtasının yiyecek ihtiyacının %80i buradan sağlanıyormuş.İlginç bir şeyede Wellington Dağı’na çıkarken yaşadık, “organ pipes” adı verilen gerçektende org borularını andıran kayalıklar oluşmuş. Tabiki bu adaya gelince akla ilk gelen tasmanya canavarı(Tasmanian Devil) oluyor ama maalesef göremedik sayıları 150.000 iken bir yüz tümörüyle 100.000e kadar düşmüş, saldırgan bir hayvan değilmiş ama çenesi ve dişleri çok kuvvetliymiş. Akşama doğru benim en sevdiğim enstrüman sesi olan gayda dinleme fırsatı buldum Hobart Nefesli Çalgılar Orkenstrası sayesinde gemiden mini bir konser verdiler ama çok iyiydiler.
Yeni Zelanda fiyordları:
Bugün dünyanın görülmeye değer ilk 100 yerinden biri olan Yeni Zelanda milli fiyord parkını gördük. Ülkenin %5ini kaplayan fiyortlar 1968 yılında UNESCO tarafından ‘World Heritage’ listesine alınmış. 14 tane böyle yarık var biz 3 tanesine girdik. Sabah 7de ilk fiyorta gireceğimizden 7.30a kurdum saatimi kahvaltıya gittik, babam “bunların aynıları oymapınar’da da var” yorumuyla birlikte odaya gitti ve günde 14 saate çıkan uyku saatini tamamlama çalışmasına devam etti JBende aldım elime fotograf makinasını çekmeye başladım. Sabah hem gölgede kalmamız hemde esen soğuk rüzgarlarla herkes battaniyelere sarılmış izlerken öğleden sonra bunun tam tersi oldu. Hem hava açıktı güneş tepemizdeydi hemde esinti hafiflemişti. Bende giydim “i have too much brain in my head” tişörtümü çıktım güneşe, tabi uzun zamandır güneşe maruz kalmayan cildim birden karardı ama tam amele şeklindeJ Tişörtümün güneş gözlüğümün izi çıktı alnım kapkara oldu ve komik olan yüzümün bir tarafı çok daha fazla yandı :))Bu arada bugün gene Çin yemeği büfesi vardı ve ben gene o güzel manzarayı elimde chop stickle Suşi yiyerek izledim ama cidden güzel yapmışlar ellerine kollarına sağlık aşçılarımızın;)Sporada gidiyorum ama nafile yediklerimin onda birini yakamıyorum eminim neyse sanki okula gidince böyle yiyebileceğim bulmuşken tadını çıkarmak gerek di mi ;)Tüm yıl yiyemeyeceğim kadar meyve ve özellikle ananas yedim ve inanılmaz lezzetli. Onun dışında, grubun bozulan/pili değişmesi gereken/tuş kilidi açılması gereken aletlerinden sorumlu, vize kağıtlarını doldurmaya yardımcı, itinayla para “change”ine giden ve fotoğraf çeken elemanı oldum en genç kurban olarak :)
yarın gelecek gerisi uyanabilirsem ;]

24 Nisan 2010 Cumartesi

evim evim evim


doğduğumun ertesi gününden itibaren aynı evde yaşadım.
biraz(!) farklıydı çocukluğum, mahallede büyümedim, komşu kavramı benim için yan otel demekti.Aile: anne ve babadan ibaret(bir kısmı Adana gerisi Almanyada olunca). Nisan sonu geldi mi otelde yemeye başlardık yemeklerimizi, garsonlar abim, temizlikçiler ablam, teyzem olurdu. O sene kimi gözüme kestirip anlaştıysam onun yanında çalışırdım o yaz. Bu çalışacağım iş otelin tüm örtülerini ütülemek, barda elimin bira ve sigara külü kokması, resepsiyonda müşterilerin ağız kokusunu çekmek'i içerse de.. Kafama göreydi.Okul açılana kadar bu ritmde götürürdüm yaz aylarımı, deniz yürüyerek 5 dk, havuz 30 saniye uzaklıktaydı =)
Sonra maaş bordosunda adım geçmeye başladı maaş almaya başladım ciddi ciddi imzamı atıp alıyordum, tamam belki asgari ücretin 1/5iydi ama emekle kazanmıştım o parayı bilirdim. Ergenliğe girince bu para süslenmeye kıyafete harcandı önceden oyunlara ve dondurmaya harcanırken..
Mahallede erik, muşmula çalmak garip gelirdi bana, ee otelde zaten bir sürü ağaç var niye çalayım ki =)Otel=benim evim, hani çocuk nasıl evin orasına burasına eşyasını atarsa bende aynı şekilde havuzun etrafında resepsiyonda unuturdum bir şeylerimi, neyseki her sene bekçiyle kanki olurdum o bana annemlere çaktırmadan geri getirirdi "Oya Hanım bunlar sizin galiba" diyerek =)
sonra tabi vazgeçilmezim animasyonlar!!! dansöz Yeşim Ablam vardı mesela, neredeyse 2 3 sene boyunca "ee Oya büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna "dansöz" cevabını vermeme neden olan insandır kendisi=) önce böyle değişik bir müzik (mutlaka 5000 desibeli geçecek o arap ezgisi =P ) kollarını kaldırıp tülle yüzünü kapatır sonra bir anda kollarını açar ve o tül savrulur, ve bende tabi hevesli hemen gidip kapardım o tülü katlar koyardım bir tarafa =) belkide ilk idolümdü kendisi ahh ahhh...
sonra manavgatlıların tabiriyle "aptallar" kendi tabirleriyle "müziksiyenler" gelirdi haftanın bir günü..Aman Allah'ım benim kırma köpeğim boncuk nefret ederdi onlardan, direk havlanıp peşlerinden giderdi onlar bavul zurna ile odaların arasında dolaşıp akşam animasyon olacağını haber verdiklerinde, nasıl korkarlardı hala gözümün önüne geldikçe gülerim..
tabi bu korkusuz Boncuk'un deli gibi korktuğu bir şey vardı ki o da havayi fişeklerdi, otellerin gala geceleri ki bunlar genelde cumartesi pazar ya da pazartesiden biri olurdu, Boncuk'un işkence akşamlarıydı kendini bir masanın altına atar bitene kadar titreyerek beklerdi yavrum...
animatörlere gıcık olurdu, bizim tatil anlayışımız dinlenmek ve huzurdan geçtiğinden o maymundan bozma insan kılıklıları otele sokmadık asla. Yan oteldeki tavuk dansı müziği bugün bile kabuslarıma giriyor. Bu allahın kulları ben kendimi bildim bileli aynı müziklerde her hafta değişen yüzlere aynı şebeklikleri yaptırmaktan bıkmıyorlar arkadaş!onların sabrına da pes!
turizm işinin en güzel kısmı da privat gelen müşteriler, bu insanlar artık araya seyahat acentesini sokmadan otele direk rezervasyon yaptırırlar ve gelirler. Şenlik onları havalimanından otelin bir kaç personelinin gidip almasıyla başlar. Yolda güle oynaya şakalaşa gelirler, otele girişleri de bundan aşağı kalmayacak şekilde şenlikli olur. Tabi odaya yerleşmeleri ile odadan çıkmaları bir olur, çünküüüü Alamanya "çukulataları", Türkiye'de de bulunan ama çok daha ucuz olan duş jelleri, parfümler teker teker dökülür ortaya. Oh bizimkilerin yüzlerinde ablak bir gülüş daha bir şevkle servis yaparlar müşterilere...Sevildiklerini bilmenin şımarıklıkları vardır üstlerinde, Hans Mathias Helga yenge unutmamıştır onları o kadar ay geçmesine rağmen unutmamıştır onları.
beraber beach party'e gidilir akşamları, nasıl olsa her akşam yılan show'dan sihirbaz show, coctail party'e kadar geniş bir yelpazede sunulan bir program vardır sahile müşteri çekmek maksatlı ;) Tabi Oxyd, Light House, Apollo geceleri de unutulmamalı, canım Side'min nezih eğlence mekanlarıdır kendileri tabi hesap ödetilmemeye çalışılsa da bizim turistler dayanamaz öderler gene ;)
neyse bu yazıya sonra devam edeceğim hoşuma gitti :]

21 Nisan 2010 Çarşamba

amores perros & uncalı mezarlığı



Antalya'nın havasının bozuk olması belkide beni böyle kasvetli bir yazı yazmaya itti.
başlık biraz alakasız dursa da, dün izlediğim amores perros (Türkçe'ye aşklar & köpekler olarak çevrilmiş sanırım) ve bugünkü mezarlık ziyaretimi bağlamaya çalışacağım. Öncelikle filmi izlememiş olanlar için özetletini buldum:

Meksika şehrinde bir trafik kazası üç kişinin yaşamını yitirmesine sebep olur. Genç delikanlı Octavio, kardeşinin karısı Susana ile kaçmaya karar verir. Köpeği Cofi'yi kaçışlarına yardımcı olacak paranın elde edilmesine aracı olarak kullanırlar. Uysal bir sokak köpeği Cofi'den bir köpek dövüşlerinin değişmez şampiyonu olan bir canavar ortaya çıkarır. Kardeşinin karısı ile yaşdığı dokunaklı aşk üçgeni, yasak aşkın geri dönüşsüz bir yol haline gelmesiyle daha da karmaşıklaşır.

Bu arada, 42 yaşındaki Daniel güzel model Valeria ile birlikte yaşamak için ailesini terk eder. Yeni hayatlarını kutladıkları gün Valeria trajik bir kazada sakat kalır. Peki her şeye sahip olduğunu düşündüğü anda tüm hayatı birden bire değişen Daniel ne yapacaktır? Bu kaza ve sakatlık,aşklarını yıpratmaya başlar, artık aşklarının gerçek sınanmasıdır yaşanan.

Yıllarca hapis yatmış kiralık katil olarak çalışan eski komünist gerilla El Chivo kaza yerine geldiğinde Octavio'nun ölmek üzere olan köpeği Cofi'yi bulur, onu alır ve iyileştirir. Bu karşılaşma, onun acı dolu geçmişiyle başa çıkmasına yardımcı olacaktır.Cofi eski mutlu,sakin günlerine kavuşmuştur ancak artık gizli dünyasına sakladığı vahşilik ve şiddet,El Chivo'yu çok üzecek bir acı süprize sebep olur. El Chivo, Cofi ile ne kadar benzeştiğini görür, kafasına silah dayadığı Cofi'nin "ben bana öğretileni yaptım" bakışı ile kendi iç çatışmasını yaşar ve köpeği vuramaz. Ancak olayların akışı, seyirciyi bile hadi artık dedirtecek bir noktaya getirir.Sonrası, kendisini saklamış ve uysal bir hayat sürmüş eski komünist bir gerillanın diğer yüzünün sahneye çıkmasıdır ki bu kötüler için sonun başlangıcıdır.
(kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Parampar%C3%A7a_A%C5%9Fklar_K%C3%B6pekler )

aslında klasik bir senaryo 3 farklı hikaye bir yerde birleşiyor. Bu filme bu birleşme sahnesi en başta oluyor film ilerledikçe 3 bölüm ayrı ayrı gösteriliyor. Bu film hayatı sonsuz katmanlardan oluşan bir yapı olarak görmeme neden oldu, bizde bu katmanların birinde (ya da many worlds interpretation of quantum mechanics teorisine göre paralel pek çok katmanda) ilerleyen çizgileriz, ve çeşitli çizgilerle kesişiyoruz ve bazen onlarla paralel ilerlerken bazen o kesişim noktasından sonra yön değiştirip yolumuza devam ediyoruz. Bu hayattaki işimiz bittiğinde ise aşağı ya da yukarı düşüyoruz/çıkıyoruz düştüğümüz noktadan devam ediyoruz gene çizgi şeklinde (kulağa reinkarnasyon gibi geliyor sanırım ama illa bir isim vermek istemiyorum buna) Amores Perros'daki kaza sahnesinden sonra böyle bir çıkarımda bulundum işte.
Bugün babamın (manevi) mezarına gittiğimde değişik bir hisse kapıldım. doğumda ölen bir bebeğin mezarından, üstünde "hurilerin bol olsun" yazan bir gencim mezarına, "haklılık, bu dünyada işe yaramıyor" yazan bir polis memurunun mezarına değişik yazılar kabirler gördüm. Ve tabi Burhi'min mezarı... girmeden önce 2 demet karanfil aldım, kadın elime 3 tane turuncu kasımpatı tutuşturdu gittik mezarının üstüne yaydık. Biraz muhabbet ettim Burhimle, biraz sitemkardım gene 212 gün olmuş aramızdan ayrılalı inanılır gibi değil...Acaba nerede ne yapıyor şimdi? mutlu mu?
20 sene önce çizgilerimiz kesişmişti ve o kadar zamandır paraleldik ve artık yok..

19 Nisan 2010 Pazartesi

Talking to a total stranger about your whole life...


Resmen bunu yaşadım bugün! Demekki dövme yaptıranla dövme yapan arasında böyle bir bağ kuruluyor cidden. Ya da ben çok acı çektim çeneme yansıdı bu da bir ihtimal tabi ;] uzuuuun upuzun bir ist-izm yolculuğundan sonra sabah 8’e doğru güzel ilimiz İzmir’e vardık sonunda, yolda uyuyamadım, Kabadayı filmini disko kralını izledim face’e girdim haber okudum müzik dinledim geçti bir şekilde zaman. Tabi koca bacaklarım sığmadığı için bir türlü baya zorluk yaşadım, açma germe hareketlerine yeni tarzlar getirdim, 1 m karelik bir yerde yapılabilecek konusunda uzmanlık dalında tek adaydım =]Bornova’ya gittik 2.5 saatin ardından Selin Abla(?) geldi ev arkadaşıyla beraber arabayla, aldılar bizi evlerine gittik ki benim bayıldığım ev tipiydi kendisi i.e. kocaman salon ve bu salonun bir duvarının yalnızca camdan oluşması ve süper bir manzarası olması ;] ki öyleydi Alsancak’a bakıyordu baya hoşuma gitti. Selin (abla değilmiş 23 yaşındaymış ^^ ) sonradan aslında benim dövmemi pek beğenmediğini ama sonradan kanının ısındığını ve severek yapacağını da söyledi =] inanılmaz sıcak tatlı bir insandı kendisi hemen ısındım ve başladım konuşmaya, ilk dövmem olduğu için (böyle bir tabir var bir dövmeyle kimse yetinemiyormuş mutlaka gerisi gelirmiş ki bende kendimi acaba başka ne yaptırsam diye düşünürken yakaladım =] ) yumuşak davranacağını ayrıntılarıyla uğraşacağını söyledi ve dediğini de yaptı, ilk başta biraz acısada Alican’ın anlattığı kadar korkunç olmadığını görmek beni rahatlattı. Zaten bir süre sonra deri uyuşuyor iyice ve pek bir şey hissetmiyorsun, ki benim kapanmak bilmeyen çenem eklenince olaya bazen Selin’İn gülmesinin bitmesini beklemek durumunda kaldık, baya şebektim anlaşılan huyum kurusun =P annem babamın tanışmasından tutun da adımın neden Oya ve Oye olduğunu son 5 6 senede yaşadığım fırtınalı hayatı hepsini ama hepsini 2 saat 15 dakikada özetledim desem yalan olmaz ama resmen terapi oldu benim için, şuan hem 1 saat içinde evime doğru havalanacak olan uçakta olacağım gerçeği de tabi önemli bir faktör ama bugün resmen yarım dönemin yorgunluğunu attım (Cuma gece 4te içmiş bir şekilde 6 saat uyuyup baş ağrısıyla kalkmam, otobüs yolculuğunda hiç uyumamam hesaba katılmazsa) yüzümde öyle anlamsız bir gülümseme var (^^) heyecanlıyım 7 şubattan beri görmedim annişimi, özledim valla. Tabi babamı da perşembeden itibaren göreceğim onu da özledim baya, beni mutfağa sokup başımda bekleyecek tarifler vermem için, kendisinin en sevdiği aktivite olduğu ve çok sevdiği bir insan tarafından yapılacağı için ;] Golden Resort olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz 3. Dişi köpeğimizde doğurmuş 10 adet gidince hepsini tek tek kucağıma alıp seveceğim, ve tabi Lady Eisbear ve BABY’MMMMM çok özledim, muhtemelen annesini unutmuştur ama hatırlatmasını bilirim elbet ;]

Neyse uçağıma binmem gerek, bilmediğim memlekette kalmak istemiyorum ;]

17 Nisan 2010 Cumartesi

sound of silence

The Sound Of Silence (3:08) MIDI
P. Simon, 1964

Hello darkness, my old friend
I've come to talk with you again
Because a vision softly creeping
Left its seeds while I was sleeping
And the vision that was planted in my brain
Still remains
Within the sound of silence

In restless dreams I walked alone
Narrow streets of cobblestone
'Neath the halo of a street lamp
I turn my collar to the cold and damp
When my eyes were stabbed by the flash of a neon light
That split the night
And touched the sound of silence

And in the naked light I saw
Ten thousand people maybe more
People talking without speaking
People hearing without listening
People writing songs that voices never shared
No one dared
Disturb the sound of silence

"Fools," said I, "you do not know
Silence like a cancer grows
Hear my words that I might teach you
Take my arms that I might reach you"
But my words like silent raindrops fell
And echoed in the wells of silence

And the people bowed and prayed
To the neon god they made
And the sign flashed out its warning
In the words that it was forming
And the sign said "The words of the prophets are written on the subway walls
And tenement halls
And whispered in the sound of silence

16 Nisan 2010 Cuma

tatillll

Evet belkide kapitalist dünyanın daha verimli çalışmamız için çıkardığı bir şey bu tatil olayı ama yinede saf bir şekilde düşünüp biraz olsun sorumluluklarımdan uzaklaşıp kafa dinleyeceğim(umarım) zaman dilimi olarak görmek istiyorum ben tatili =)
daha öncede belirttiğim gibi yarın gece İzmir yolculusuyum Alican'cıkla beraber sonunda döömeme kavuşacağım =))) sonrada anneme , babama , oğluma, köpeklerime, havuza, denize... of tamam daha fazla ağız sulandırmayacağım =P
Bu sefer biraz daha farklı bir ruh hali içinde terkediyorum Sabancı'yı, sona yaklaşmanın hem sevinci hem burukluğu, uzun zamandır varlığına alıştığım bir şeyin yokluğuna alışma süreci, kendimle ilgili değiştirmek istediklerimi düşünüp uygulama, dönünce beni bekleyen sorumluluklarımı planlama, soc 313 sınavına hazırlanma vs vs.
Umarım güzel bir 9 gün olur benim için. Bu akşam canım kardeşim Alican'ın doğum gününü kutlayacağız Taksim'de biraz içip biraz dansedip dağıtmak istiyorum, içimde patlamaya hazır bir enerji var hissediyorum her ne kadar dün gece doğru düzgün uyuyamasamda ... bugün kendimi öldüresiye yorup rahat bir uyku çekmek istiyorum.
Bugün hukuk dersimde Ezgisu ve Seda ile sunumumuzu yaptık, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine intikal eden bir dava hakkında gayet başarılıydık bence umarım notumuza da yansır ; )
Yurtdışında NGO'larda staj yapmak için başvurdum, üç ülke var; Almanya, İzlanda ve İtalya. Umarım seçilebilirim herhangi birine (İzlanda pek tercihim değil ama) kabul edilirim. Kontenjanları baya kısıtlı ama bakalım...
neyse bugünlük bu kadar...

15 Nisan 2010 Perşembe

kısa kısa GB/UK/England


Bosuna sarı taksi aramayın çünkü sarı dısında her renkte mevcutlar =)

Bana “Sun neredeysen cık dısarı” sarkısını yazdıran ülke

Reçelleri jöle gibidir

Eger aldıgınız yıyecegi ya da içecegi olurda aldıgınız yerde oturarak icmek isterseniz ekstra para vermeniz gerekir

Yönünü sasıran insanlara trafik lambası dısında yere “Look Left/Right” yazarak katkıda bulunur

Kahvaltıda soslu fasulyeden patates waffle’ına kadar genis bir yelpaze sunar (ögggk)

Kasadaki eleman mutlaka “torbaya ihtiyacınız var mı?” diye sorar 2 litre su 3 ekmek ve baska seyler almıs olmanıza ragmen

Sizi underground-guru’su yapar

Her daim semsıye tasıtır zira hava 10 dk icinde kapanıp saganak indirebilir

Baktıgınız her kösede sandvıc ve sushı mevcuttur

Sub Way’deki abi kankanız olur

Bozuk paraların sırrını asla çözemesiniz: 5 pence’in çapı küçük, 2 pence en büyük 1 pound en büyük?!?!Bunların çapı hangi matematik sistemine göre degisiyor?

Otomattan gelen çayın neden bardagın yarısını doldurdugunu “white-tea” kavramını anladıgınızda çözersiniz, yani Törkis meali sütlü çay

Oyster kartı cüzdanınızda degismez yerini alır

anti-evlilik insanı oye


Evet bugün belkide çoğu insana göre fikirlerimin baya radikal sayılacağı bir konuda yazacağım.
İnsanın lineer yaşam çizgisinin değişmez bir parçasıdır evlilik. Özellikle kadınlar 30'larına gün sayarken hala evlenmemişlerse vay hallerine! Dört bir yandan birileriyle tanıştırma, bir "baş-göz etme" (bu tabirin orijinini merak ediyorum: kendime not #78909870: bunu araştır) furyasına tutulurlar nedendir bilinmez!
Aslında bilinir, dediğim gibi lineer yaşam çizgisinin kesik değil continuous function olmasını sağlayan şeydir. Düşünelim, ilkokul-lise-üniversite-iş/master>iş-evlilik-çocuk-büyüt/yetiştir-emeklilik-ölüm. Sanırım aşağı yukarı çoğu insanın yaşam çizgisini özetledim. Tabi yaşadığımız post-modern dünyanın postmateryalist olguları ve doyumsuzluk/bireysellik gibi değişkenlerini de hesaba katarsak, araya boşanma, evlat edinme vs eklenebilir ama bence gene hepsi aynı yolun yolcusu. Peki emeklilik gelene kadar, insanın neleri öncelik olarak aldığını düşününce şöyle bir değerlendirme yapıyorum: lise sonuna kadar dersler, sınıf arkadaşları, aile; üniversitede KENDİne odaklısın eğer şanslıysan nefret etmediğin bir bölümde okuyorsundur, üniversiten güzel bir şehirdedir ya da en azından arkadaş çevren iyidir eğlenirsin, okul kulüpleri partiler falan derken. Ama acımasız gerçeklerle yüzleşmen gereken ve kesin kararların önem kazandığı üniversite mezuniyet yıllarına yaklaşırsın. Ya bir süre eğitimini master-doktora gibi şeylerle uzatırsın ya da direk işe girersin. çevren yavaş yavaş iş çevren olur, sevgilin/potansiyel koca/karı adayın hayatındadır ya da hayatına girer ve her şeyi beraber planlamaya başlarsın, onu da mutlaka düşünmen gerekir kararlarını verirken, artık o başına buyruk üniversiteli genç değilsindir. Düzenli olarak gidip geldiğin işin, tatillerin (4 aydan 15 güne inmiştir), ödemen gereken faturaların vs vs olur. = Sorumluluklar.
ve gelir evlilik! artık ailenin ve arkadaşlarının gözünün içine içine bakması yeni bir anlam kazanır: "ee hadi artık bir mürüvvetini görelim dünya gözüyle" bakışlarıdır bu! El mahkum girersin o 200 ila 1000 lira verdiğin tercihen beyaz renkte tek giyimlik kıyafetin içinde. Daha aman durun noluyor derken takılan altınlar, ceyiz, ev "düzme" derdi olur da biter.
Asıl şenlik başlar bundan sonra, klasik evlilik esprilerini yapmak istemiyorum çünkü baya bayık geliyorlar bana. Hayatının odağı o insan olur. Eski bağımsız halinden eser kalmamıştır, en büyük endişe konun antartika'daki penguenler değil, akşam ne yemek yapacağın olur. Artık haberler falan da o kadar umrunda olmaz, çocuğun dersleri, okul durumu gibi şeylerle çevrelenmişsindir. Yani ikinci odak noktanla. Bebekler hadi gene bir yere kadar, çocuk gibi sadist bir varlığa nasıl katlanıyor insanlar anlamıyorum =) hayır tamam sevilir ayrı ama o kadar açlıktan ölen, daha 3. ayını göremeyen yavru var dünyanın çeşitli yerlerinde bu nasıl bir egoizmdir allahım! Ve dünyadaki kaynakların çoğunu ya tüketir ya kirletirken nasıl bu dünyaya gözlerini açmasını ister insan onun canından kanından olan bir varlığı! Neyse bu konuda biraz doluyum sanırım.
Bir de çevremdeki mutlu evlilik baya azaldığından, hatta istatistiklere göre evlenenlerin %50'si boşanırken aslında o kadar da haksız olmadığımı görüyorum.
İnsanlık bir aydınlanmaya doğru gidiyor belkide karanlık çağdaki cahilliğine dönüyor bilinmez ama, aile ve sosyal hayatının değerleri durdurulamayacak bir şekilde değişmekte...

12 Nisan 2010 Pazartesi

me gusta aprender espanol


evet ispanyolca sınavım vardı bugün.
hayatımda ilk kez kopya hazırlayarak girdim dün çalışırken bir cümlenin sonuna geldiğimde başını unuttuğum için artık dedim başka yolu yok. Benim bu kopya çekememe hikayem ortaokul yıllarıma kadar uzanıyor. Fen dersindeydik önümde oturan arkadaşımdan kopya istedim, ondan hoşlanan ama karşılık alamayan arka çaprazımdaki xy kromozomlu "Hocam Oya'lar kopya çekiyor" demesin mi!! Ulan benimde şansıma dememe kalmadı hoca yanımızda bitti, tabi benden böyle bir eylem beklemediğinden "Oya doğru mu bu?" dedi, sadece başımı hayır anlamında sallayabildim, kopyayı da kağıda yazan arkadaşım içine sakladı böylece yakalanmadık ama kopyayı da çekememiş oldum,
diğer bir maceram da trafik dersinde oldu. Aynı gün hem trafik hem kimyadan sınavım olduğundan tabiki tradiğe çalışamadım ama hocamız baya rahat bir insandı o yüzden çoğu kişi kitabı yazılı kağıdının üstüne koyup başladı kopya çekmeye ben ise utandım ve parmak uçlarıma basarak (o zamandan gözümün bozulacağı belliydi dizimdeki kitabı bile doğru düzgün göremiyordum) kitabı dizime koydum. Ancak bacak kaslarım bir süre sonra bu işkenceye dayanamayıp çözüldüler ve kitap "PAAAT" diye yere düştü, tabi bütün sınıf (hoca da dahil olmak üzere) gülme krizine girdi, tabi benimde yüzüm kırmızının çeşitli tonlarına büründü =]
ama bugünkü profesyonelliğim gerçekten 40 yıllık kopyacılara taş çıkarır, kendimi aştım resmen, hiç çekinmeden çıkardığım hazırladığım kağıdı koydum kağıdın üstüne ve çektim de çektim, çok da buena oldu =P
bitirmeliyim İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Profesyonel oyununa gideceğim birazdan.
*facebook'umu kapattım çok değişik bir duygu, ama memnunum hayatımdan sıkılmışım çok zaman harcıyordum zaten iyi vesile oldu...
şu aşağıdaki link baya güzel özetlemiş günümüzün tüketim toplumunu beğendim paylaşayım dedim:
http://www.storyofstuff.com/
hadi kalın sağlıcakla..

11 Nisan 2010 Pazar

savsaklamaya başlamışım daha 4. bloğumda. neyse zor bir dönem geçiriyorum biraz onun sıkınıtısı var ama daha iyi olacağım bir hafta sonra evime gidiyorum ve damızlık gibi yatma eyleminin hakkını vereceğim anam babam tarafından besleneceğim deniz havası köpeklerim kedilerim derken kendime geleceğimi sanıyorum. Bu hafta 1 sınav bir ödev teslimi bir de sunumum var!
geçsin bitsin artık da gideyim diye bakıyorum.
muhabbet kralının 29 martta yayınlanan bölümünde konu aşktı ve benim kafamda serbest halde dolaşan aşk tanımları, bilgileri, tecrübeleri yağmur olup çeşitli kategori kutularına doluştu ve her şey daha net oldu kafamda. katılan bir psikiyatr'ın sözleri özellikle etkiledi beni, hayal edilenle karşılaşınanın farklı olması yani hayal kırıklığı ve Aragon'un "mutlu aşk yoktur" sözlerini çok güzel bir şekilde bağladı. biz karşımızdakinde onda olmayanı aradığımız için mutsuz oluyoruz, 1+1=1 yapmaya çalışıyoruz ama bu ne matematikte ne de gerçek hayatta mümkün. Her aşk atıflarla başlıyor, o dünyanın en yakışıklı erkeği/kadını, tam istediğim gibi bir insan.Bunların hepsi yalan oluyor. Hatta günümüzdeki aşk geçmişteki ilahi aşkın tezahürü olarak bile görülüyormuş. O zamanki o yüce duyguyu şimdi beşeri aşk ile tatmin etmeye çalışıyormuşuz. Aşk sonradan sevgiye dönüşüyormuş vs vs vs...

5 Nisan 2010 Pazartesi

"yaşanmış" bir gün

Evet pazar öyle bir gündü, yaşadım o günü.
Hayatımın gidişhatında ya mesleğim ya da yaşamımın önemli bir parçası olacak sosyal sorumluluk projeleri buna eminim! BGD(Barınak Gönüllüleri Derneği) gerçekten de TR'nin en iyi çalışan hayvan hakları örgütü bunu işin içinde bulununca çok daha iyi farkediyorum. Dün Volkan Konak konseri düzenlendi sokak hayvanları için. Belediye ile anlaşması bittiği için ambulans çalışmıyor ayın başından beri ve en azından alınan hayvanların tedavi masrafı için para gerekiyor ve bu konser belki de ona yaradı. Her ne kadar salonun 3/5i dolu olsada...
Barınaklardan 9 tane köpek alındı sahiplendirilmek üzere. Yuva Arıyorum tişörtleri giyip sahneye çıktık, Doğa Rutkay sunucuydu ve acayip tatlı bir hatun, bana da mikrofon uzattı getirdiğim köpeğin durumunu sordu falan. Acayip sıcak bir insan helal olsun kadına, Şahanla çıktığı zamanlarda bağış yaptırmış sevgilisine hemde baya iyi bir miktarda ;]
Konseri izledim biraz ve güzeldi cidden, mükemmel bir sesi var Volkan Konak'ın.
Onun dışında gene günlük rutinime döndüm, sınavım var bu hafta Avrupa Siyasetinden, Sabriş'ciğimin sınavı. Umarım en iyi şekilde atlatırım referans alacağım insanlardan biri çünkü ^^
neyse dersime dönmeliyim.
duyarlı kalın..

3 Nisan 2010 Cumartesi

yine yeni yeniden!


her şey dün masum bir hapşırık (hapşuruk :S ) ile başladı ama bu sadece bir başlangıçtı! Akşamın ilerleyen saatlerinde başağrısı burnumun bir tarafından nefes alamama ve boğaz gıcıklanması eklendi bunlara..ve ben gene hasta oldum!!!! Tam da konser arifesinde, neyse bugün tepyas'ımın üstüne (tepsi-yastık) koydum laptuşu (laptop'ım) biraz makale taslağı yazdım, yattım, makale okudum ayvalı-ıhlamur (favorimdir kendisi) + bal içtim. aaa en önemli şeyi unuttum!!!Merveş'imle bir kahvaltı hazırlamışız ki dillere destan!! Sucuklu yumurta ve kıvamının çok zor tutturulduğu iddia edilen Krep yaptık (krep'e nutella sürmeyi ihmal etmedik tabe;] ) gayette güzel oldu ellerimize sağlık valla... içimdeki cevher ortaya çıktı resmen şu ete gelen %10 ve sabancıya yansıtılan %20 zam ile, çok da eğleniyoruz yaparken hemde tecrübe oluyor.
neyse bugünlük bu kadar gözlerim yanıyor =/

2 Nisan 2010 Cuma

cuma akşamı odamdan sesleniyorum


Evet uzun zamandan sonra ilk kez cuma odamdayım, ilginç bir durum cidden =]
Garip bir sınavdan çıktım bugün bu dönem aldığım LAW 312 karşılaştırmlı Amerikan ve Türk hukuku dersi kendisi. Sorulardan biri şöyleydi; Bolognia Universitesinin modern hukuka ne gibi bir katkısı olmuştur? Benim bütün gereksiz şeyleri aklında tutan hafızam tabiki, bunun kurulan ilk üniversite olduğunu hocalarının öğrenciler tarafından fire&hire edildiğini (süper bir sistem diye düşünmedim değil) falan hatırladım ama "to the point"e gelemedim sanırım bir türlü, neyse hoca belki mükemmel gereksiz bilgi hafızamı takdir eder de 2 puan attırıverir =P
babam bugün yavrulayan köpeğimizin 2 yavrusunu gösterdi kurban olduğumun teknoloji harikası kameralı görüntü sayesinde =) çok minikler ve çok şirinler gidince bol bol mıncıklayacağım kendilerini=) portakallar çiçek açtı mis gibi kokuyor sümbüller mor mor açtılar diyerekten Antalya & hotel iştahımı iyice kabarttı babam şu vize dönemimde burada saygılarımı iletiyorum kendisine.
Neyse gidince hasta olma pahasına gidip kendimi Akdeniz'in serin(!) sularına bırakacağım o olacak!
Şuan makale için bir şeyler okumam ve araştırmam gerek umarım başaracağım gece bitmeden, konumda baya ilginç; AB federal bir devlete dönüşecek mi? bir sürü makale buldum hatta ILL kullanarak ODTÜ'den bile kitap getirttim umarım güzel bir şeyler ortaya çıkarabilirim..
Pazar günü BGD'nin yardım konserinde bende sahneye çıkacağım bir köpekle (diğer 8 kişiyle beraber) heyecanlandım şimdiden =]
neyse bu yazımı güzel bir Antalya resmi koyarak sonlandırıyorum..

1 Nisan 2010 Perşembe

withdrawing or not withdrawing that is the question


Gene bir sayısal ders ve gene bu konuda yeteneksizliği ortaya koyan bir sınav ve benim genede sonucunu bildiğim halde bu işe girişmem...
şimdi de düşünüyorum kara kara gerçekten Meltem Hocanın dediği doğru mu, micro almamış olursam beni mastera kabul etmezler mi? Ne yapsam ne etsem? Aslında probability aldım ve ortalamamı yeterince düşürdüm o yüzden belki o dersim var diye illa bunu istemezler?
of neyse yeter bu kadar ders muhabbetti, bu aralar aklımı çok kurcalıyorda yazma ihtiyacı hissettim..
son 3 hafta ve sonra artık sonunda bahar tatili!önce Alicanla beraber İzmir'e gidip artık o bir türlü yaptıramadığım dövmeyi yaptırıp oradaki arkadaşlarımı görüp, uçakla Antalya'ya döneceğim. Yuppiii!!! Sevgili ebeveynlerimin bütün itirazlarına rağmen de yüzeceğim deniz/havuzda hehe =]
Bu yazımda da sekoyaşivo'yu açıklayayıp karşılaştırmalı hukuk dersimin sınavına bakmam gerekiyor =/ sekoyaşivo aslında oya kelimesini ortak eleman olarak kullanan iki kelimeden oluşuyor; Sekoya ve Oyaşivo, ilki dünyanın en eski canları, yüzlerce yıllık ağaçlar. Oyaşivo ise bir çeşit okyanus akıntısı (Ekvator yönünden gelen Gulf – Stream, Brezilya, Kuroşivo ve Alaska gibi akıntılar sıcaklığı yükseltir. Buna karşılık, kutup yönünden gelen Labrador, Kanarya, Oyaşivo, Benguela ve Kaliforniya gibi akıntılar sıcaklığı düşürür.) bende bu ikisini birleştirdim birazda kişiliğimi yansıttığı için.. bu konuya başka bir yazımda geçececeğim,
hadi beni özleyin anacımm byeee