30 Ekim 2011 Pazar

Warwick'te ilk ayım

Biliyorum çok hayırsızdım daha sık yazmam gerekiyordu, o yüzden bu yazıyı yazmaya karar verdim. Alt başlıklar halinde son bir ayda olanları özetlemeye çalışacağım : )

Coventry


okulumun adı Warwick olsa da Coventry'e daha yakınım dostlar. 300.000 küsür nüfusuyla ortalama bir şehir kendisi. Bir adet IKEAsı
ve kocaman bir primark'ı mevcut : ) Kardeş şehir olayı ilk kez bu şehirde
çıkmış, savaştan sonra barış ortamını yeşertmek adına.
Ayrıca meşhur Godiva ve Peeping Tom hikayesi de evet doğru burada yaşanmış.







Birmingham
Bu şehrimize de burada bulunduğum ikinci haftasonu gittim. Kendisi 1 milyon nüfusuyla İngiltere'nin ikinci büyük şehri. Bir sanayi şehri ama bu bir İngiltere gerçeğini değiştirmiyor: gene yeşillikler parklar bahçeler bulunabiliyor : ) Gene organizatör ruhumu ortaya çıkartıp gezi planı yaptım ve on kişiyi peşimden sürükledim Birmingham boyunca : ) Bu resimdeki de buranın simgesi boğa.


Leamington Spa
Kesinlikle adının hakkını veriyor. Bana biraz Çek Cumhuriyeti'ndeki
Karlovy Vary'i anımsattı. Atatürk ve daha bir çok ünlünün şifa bulmak için
geldiği yer. Burası da yemyeşil parklarıyla bahçeleriyle. Müzesini de gezdik ki ne görelim, bir Türk Hamamı koymuşlar, her ne kadar tuğlayla
örmüş olsalar da o kadar hata kadı kızında da olur diyip gülüp geçtik : )
Yalnız buradaki aileler bir garip şimdi şu aşağıdaki fotoyu inceleyin
anam:


Evet doğru görüyorsunuz ( ya da göremiyorsanız adamın [babanın (!)] elinde tasma var ve çocuğu çekiştiyor. Ve bu normal bir durum burada! Köpek muamelesi yapıyorlar resmen çocuğa, insanlık ayıbı! yorulsa bile yürüme mecburiyetinde kalıyor zavallıcıklar : (






Olimpiyat meşalesi
Eveett Olimpiyat Meşalesini tuttummmm : )

hemide sadece yarım saatlik bir bekleme sonunda !!!








Okuldan gelen seks maili: (tamamen resmi, spam falan değil kesinlikle)
So it's week 4. Had sex? Having sex? Thinking about having sex? Just want to be safe and healthy? Get yourself down to the GUM Clinic from 12-6 in Copper Rooms 2 on Tuesday, it is completely free and confidential. Let's keep Warwick Campus STI free!


Sağolsunlar sağlığımızla "yakinen" ilgililer. Fresher (bu sene giren 17- 18 yaş grubu insanlar)'lar için verilen hoşgeldiniz kit'ine hemen abandım tabi (bedave hiç bir şeyi kaçırmıyorum artık, bohçacı teyze mode-on!) içinden prezervatif çıktı. Evet çok rahat insanlar bu İngilizler.




Japonca
Sonunda başladım evet! Hem Japan Society'e üye oldum oradan bir Japon kız yardımcı oluyor saolsun, adı Kaho, evli 25 yaşında ve sosyoloji masterı yapıyor. Hiragana /Katakana safhasını geçtikten sonra umarım hızlı bir şekilde ilerleyebileceğiz. Pazartesi günleri de World @ Warwick topluluğu sayesinde 1 saat bedava ders alıyorum ve gene bir Japon kızdan : )

East Asia laf çarpmaları
Evet maalesef akademik bir ortamda bulunduğumuzu ve önyargılar/ milliyetçilik gibi duyguları sınıf kapısı dışında bırakmamız gerektiğini unutuyorlar. daha ilk seminerimiz, hocamız neden doğu asya konusunda uzmanlaşmak istediğimizi sordu. Taylandlı bir kız "çünkü bende doğu asyadan geliyorum" dedi. Demesiyle Çinli kız "tayland doğu asya'da değil" diye atladı. Olm sorunlarınızı dışarıda bırakın lan akademik ortamdayız. "no it is not" "yes it is" "no no no" ...


Bu üç başlığı daha sonra bihayleyn elealacağım cancağızlarım : )
mcxlardan bir demet...

Grubun küçük kız kardeşi
Hallowen
Yemek çıkmazı

8 Ekim 2011 Cumartesi

a legal stranger in coventry - 1

hi mağ diğğ, vuc yu layk tu hev som tii : )
bu british accent beni benden alıyor vallahi. Tabi sadece bununla da kalsa iyi ya Hintlilere ne demeli : D
evet artık insanların aksanlarından ülkelerini çözme aşamasına geldim bir hafta içerisinde. Evet 10 gün oldu buraya geleli. Dersler, kitaplar, oryantasyon, koşuşturmaca derken anca şimdi yazmaya vakit ayırabildim. Hakkaten hareketli bir yaşamım oldu burada. Bir yandan artık bir post-grad öğrencisi olduğum gerçeği bir yandan da olabildiğince sosyal aktivite / kulüp / partilerin tadını çıkarmak derken zaman aktı geçti.
Oryantasyon programı fena değildi, sadece başlangıcım muhteşem oldu! Atatürk Havalimanına gelince kötü haberi hemen tam karşımda tabelada gördüm: 35 dakika rötar. Ben de biletimi öyle bir aldım ki, hani ucu ucuna yetişeceğim. Umutsuz ağlak sözlerle check-in'deki kadına saat kaç gibi varacağımızı sordum, merak etmeyin 10 dakika falan geç inecek dedi. Yani 16.15. 45 dakikalık bir maraton bekliyordu beni. Hakkatende uçak dediği saatte indi. Yalnız ben terminal 5e inmiştim ve oryantasyon grubu bizi 3. terminalde bekliyorlardı. Pasaport kontrolü, çipli alman pasaportum sayesinde saniyeler içinde bitti. Ooo kesin yetişirim diyip bavulumu almak için koşturdum, bantımızı buldum. Beklemeye başladım heyecanla. Yalnız küçük bir ayrıntıyı göz ardı etmişim. Uçakta febenin paf takımı vardı, ve kendilerinin bavulları "priority" yazılarıyla beraber bantta 10 dakika sonra dönmeye başladı :@ bekle bekle bekle 16.50de sevgili bavulum BOYRAZ geldi : ) hemen trene atladığım gibi 3. terminale gittim oradanda gelen yolcu çıkışını aramaya başladım harıl harıl. Tabiki bu terminal diğer dünyadaki tüm terminaller gibi giden yolcular düşünülerek yapılmıştı. tam 05.05te çıktım 3. terminal gelen yolcular kısmına ve bizim kırmızı kazaklı oryantasyon takımını gördüm, mutluluktan sarhoş bir şekilde 5 dakika kadar nefesimi toparlamaya çalıştım. Benimle beraber bekleyenlerin profili şöyleydi %80 çekik. Sanırım bu okulda karşılacağım durumun bir prototipiydi : ) otobüsümüze bindik okula vardık, kayıt yaptırdıktan sonra bizi saldılar gidin bulun yurdunuzu diyerek. Uzun çabalar ve iki Hintli kızın da yardımıyla yurdumun kapısını buldum. Ama kilitliydi! Elimdeki anahtarla dış kapıyı açmam gerektiği Hintli kızlar tarafından çığırtılarak belirtildi, kısa bir çabalamanın ardında girebildim binaya, odamı buldum, bavulu bıraktığım gibi dışarı fırladım, çok acıkmıştım! İki Rus kızla beraber yemek yedikten sonra, Hiphop-karaoke partisine katıldım otobüste tanıştığım iki kızla beraber. Bu arada bir taşla iki kuş deyiminin ukrayna'da bir taşla iki sinek, Fransızca'da iki taşla suda iki kez sektirmek (ne kadar romantik değil miii) olduğunu öğrendim : ) Neyse biraz hoplayıp zıpladıktan sonra odama dönüp uyudum. İkinci gün iki Türkle tanıştım, genellikle de onlarla takıldım sonraki günlerde. Seminerler dizisi oldu, en çok İngiliz Kültürüyle ilgili olanı beğendim, bir ara bir yazımı sadece buna ayırmayı düşünüyorum, ısrarla isteyiniz : ) Derslerimi sevdim. İlk dersim Doğu Asya Gelişme Modelleriydi, ve hocamız daha doktorasını yeni almış, e-mail adresi fuzzymind@... olan biri oradan pay biç yani sevgili blog!
Sanırım şimdi yatacağım, devamını sonra anlatacağım!

1 Ekim 2011 Cumartesi

kuzey türkiye

Merhabaaaa,
neredeyse bir ay olacak yazmayalı ama aslında o kadar çok şey birikti ki...
girişi uzatmadan başlayayım. öncelikle "literally" eylül ayında leyleği havada gördüm sevgili blog. Bayram tatilinde babamla Karaman üzerinden Mersin'e oradan da Adana'ya gittik. Bayram sırasında aileyle beraber olmak garip bir duygu benim için (takdir edersin ki). Ama keyifliydi. Adana'da sevgili köyümüze gidip aile mezarlığımızı ziyaret ettik. Nedense insanlar ölülerinin arkasından bile metaryalist gibi geliyor bana. Tamam belki o insanı son gördüğün yer o noktaydı (beyaz kefenin içinde) ama neden yani? bazı şeyler garip. Yakılıp Ganj nehrine falan atılmak daha mantıklı geliyor bana. Madem ruhun özgürlüğe kavuşup rüzgarla beraber salınıyor havada, kalan materyal parçaların için durum neden farklı olsun? amaaan bilmiyorum belki de fazla gerçekçi davranıyorum, bilmiyorum. Neyse saptım konudan ne diyorduk, ha evet Adana. Memleket Adana olmasına rağmen hemen sonraki gün Tekir yaylasına çıktım, misss hava miss su missss yemek üçlüsüne yani ; ) Orada da bir gece kaldıktan sonra, Çamardı yaylasında babamın bir arkadaşını ziyaret ettik. Kendisi organik ve sağlıklı yaşamla kafayı bozmuş durumda. Ama öyle böyle değil. Kendi kuyusundan çıkmayan suyu bile içmiyor o kadar yani. Neyse orada da bir gece geçirdikten sonra döndük yuvamıza.







Aradan 5 gün geçmedi kiiii sabah 5.55 uçağıyşa Samsun'a uçtuk Rotary kulübüyle. İlk günümüz acayip yoğundu. Şöyleki kahvaltımızı Samsun Sevgi parkında yaptıktan sonra, önce Samsun'u (Atatürk heykeli,evi, Bandırma vapuru, teleferik, yabancılar pazarı) gezdik oradan da 4 saati bulan bir yolculuk sonucunda Tokat Ballıca mağarasına gittik. Dünya'da örneği yalnızca burada olan soğan sarkıtlarını %80 oksijen eşliğinde gezdik (rehberin yalancısıyım). Sonraki gün Çorum (Alacahöyük, Yazılıkaya, Hattuşaş) ve Amasya'yı görerek Samsun'a döndük. Sonraki gün Sinop ve Erfelek şelaleleri (yürüyerek / tırmanarak ulaşılabilen 27 farklı şelale - doğa harikası) ile devam ettik. Sonraki gün ise sıra Safranbolu'ya geldi. Muhteşem lokumlar yedik. ve 1 (bir) gram safrana 15 tl verdik (kendisi dünyanın en pahalı baharatı!). Sonra İstanbul'a geldik, grup uçakla döndü. Bense 5 gün sonra Tekirdağ - Şarköy'e devam ettim düğün dolayısıyla. Kına gecesi ve düğüne katıldık. Çok keyifliydi hakkaten bu Trakyalılar işi biliyor : ) bir de erkek tarafı Karadenizli olunca roman havalarının yanında horonlar tepildi ki, nasıl bir eğlenceydi anlatılmaz yaşanır denen cinstendi. Sonra tekrar evime döndüm. İngiltere için hazırlanmaya başladım. Şimdi ise 5 gündür buradayım. izlenimlerimi, gözlemlerimi vs en kısa zamanda aktaracağım hiiiçç şüphen olmasın ; )

4 Eylül 2011 Pazar

Adana, Yayla, Sağlıklı yaşam, Sağ

bayram dolayısıyla peder bey ile adana yollarına düştük. Manavgat-Akseki-Karaman-Silifke-Mersin gibi bir yol izlememiz dolayısıyla bitki örtüsünün yeşilden sarıya (i.e. makiden bozkır), sarıdan tekrar yeşile (i.e. bozkırdan maki) geçişine şahit oldum. Bir baktım o bodur kış-yaz yaprağını dökmeyen ağaçlarla bezili dağlar kayboldu gözümün alabildiğine sapsarı dümdüz bir coğrafi şekil çıktı karşımıza. Gerçekten keyifliydi. Vardığımız gün Mersin'de kaldık, tabi Adana sınırlarına yaklaşmamız itibari ile bici yeme şansını pas geçmedim =] Sonraki gün, Tuzla kavşağından dönüp Kadıköy'e doğru yola çıktık. Evet yanlış okumadın bu yerler İstanbul değil baya baya Adana'da =] Aile mezarlığını ziyaret ettik, tarlamıza baktık. Bu arada Adana köylerinin 12-16 yaş arası gençlerinin bayram eğlencesi motora binip yolun ortasından gitmek olunca bende kendime eğlence yaratıp diplerine kadar gelip kornaya basıp onları korkuttum. Eğlendim.

                                                     
Adana'ya gittik Yüzevler lokantasında yemek yedik. Şimcik bu lokanta pek bir meşhur, hani şu duvarına Hürriyet Gurme'nin top 10 listesinin asıp bunun peşi sıra burada yemek yemiş olan ünlülerin fotoğraflarını koyan mekanlardan. Oturduğum yerden bir bakayım dedim kimler gelmiş, ahanda şu yandaki pek muhterem insanı görmeyeyim mi?! iştah kalmadı!



Kuzenler ve diğer akrabalarla görüştüm. Bir kuzenimi yolcu ettikten sonra atladık dolmuşa yingemle ver elini Tekir Yaylası! Bu yayla deniz seviyesinden 1200m. yüksekte olup Adana'dan kara yoluyla 40 dakikada ulaşılabilen bir lokasyona sahiptir. Şu meşhur hayat sularının kaynağı olan Şekerpınar'ı da içine almaktadır. Havası gece dışarıda oturulamayacak ve evin içinde uzun kollular ve üstünde battaniye ile oturulacak derecede (şuanda Antalya'da pişmekteyken bu satırları yazmak çok acı =( ) Sonraki gün Niğde'nin bir ilçesi olan Çamardı'ya gittik babamın bir arkadaşını ziyareti. Kendisi emekli pilot ve yılların stresini bu 3500 nüfuslu kasabada çıkarmaya karar vermiş. Bir yandan organik tarımla kafayı bozup üstüne sertifika almış, çiçek böcek fotoğrafı çekip bunları internetten araştıran bir insan olmuş. Böcek demişken burada yaşanan komik bir anekdotu yazmadan geçemeyeceğim. Bir gün buranın sakinlerinden biri "sizin bahçede kara böcü var dikkat edin" demiş. Tabi A. Amca dediğim gibi bilimsel yaklaşıma sahip bir insan, hemen sormuş:
 "ağaçta mı yetişiyor?"
 - "yok hayır yerde duruyor"
 - "ee boyutu ne kadar hamam böceği mi karınca gibi bir şey mi?"
- "yok dana kadar"
- "=O, nasıl yani?"
-"ya işte var ya o pis hayvan"
...
konuşma böyle uzamış biraz sonrasında "hani biz yiyemiyoruz ya yasak dinimizce" demişler, domuz demek istediklerini anlamış. Domuz demek İslam'da günahmış. Bazen sırf uyuz etmek için anlamamazlıktan geldiklerini de itiraf etti =]  Onlar kendi ürettikleri ya da üretildiği yeri/şekli bildikleri şeyleri tükettikçe benim içime düşen kurtlar 2nin katları şeklinde yükseldi! Kim bilir ne kadar sağlıksız şekilde besleniyoruz, bu da kanser olma ihtimalimizi arttırıyor ve obezliğe emin adımlarla ilerlemeye de devam ediyoruz ?!
Of çok iç karartıcı oldum. Kapatıyorum bu konuyu.
Biraz siyaset konuşayım bari o kadar okumuşken =P Bugün annemin bir arkadaşıyla konuşma fırsatı buldum. Almanya'nın partilerinden, bir sonraki seçimde neler olacağından bahsettik. Ona göre Almanya'da sağ ile orta arasında hiç parti kalmamış bu da çok büyük bir eksiklikmiş. Hatta Hollanda'daki Wilders'ın hayatını tehlikeye atma pahasına da olsa haklı davasından vazgeçmediğini belirtti. Kuran ve Kavgam'ı karşılaştıran, Kuran Hollanda'da yasaklanmasını isteyen aşırı sağcı bir politikacı. Türkiye'de bile apaçi/kıro/askıntı diye tabir ettiğimiz insanlardan XX kromozomlular olarak iğrendiğimiz düşünülürse bu insanların Avrupa'da bu tip davranışlara o kadar da alışkın olmayan (Almanya örneğin) Avrupa insanının bu insanlardan ivedi bir şekilde kurtulmak istemelerini bir yerde haklı görebiliyorum. Ama diğer yandan da vatandaşlarının yapmak istemedikleri düşük maaşlı işleri göçmenlere yükledikleri bir gerçek. İlk kez aşırı sağı/sağı destekleyen biriyle yüzyüze olmak konuşmak sanırım beni tekrar düşünmeye teşvik etti, paylaşmak istedim.
Son olarak bir kaç fotoğraf:


Kaplumbağalar neden uzun yaşar?

LÜTFEN ELLERİNİZİ DOKUNMAYIN!
(Karaman Macro AVM)

27 Ağustos 2011 Cumartesi

murphy kızı oye devlet dairelerinde

yazma motivasyonumu genellikle arkadaşlarımın bloglarından, komik olaylardan veya izlediğim güzel bir filmden alıyorum. Bu sefer tüm bunların karışımı olacak gibi. hatta başlığı "kısa kısa" diye atsam mı dedim sonra lafı uzatmayı seven ben, bunu uygun görmedi =)
*şimcik öncelikle komik daha doğrusu trajikomikler, söz konusu murphy'nin kızı olan Oye olunca sadece komik olmii :) Sadece Alaman pasaportumla (bu arada annemin alman olmasını sağlayan karma/kelebek etkisi/kader vs.ye buradan binlerce tşk) yurtdışına çıkamayacağım aklıma dank edince, bir telaş şu Türk pasaportunu halledeyim ve ikametkahı da Antalya'ya alayım işlemlerde terslik çıkmasın dedim. Dedim de, devlet memurlarıyla yüzyüze muhattab olmayalı uzun zaman geçtiğini hesaba katmadım. En son nüfus cüzdanımdaki 13 yaşındaki ergenliğe yeni girmiş eğrü büğrü fotoğrafımı değiştirmek için nüfus müdürlüğüne gitmiş, o zamanda babamın arkadaşı olan nüfus müdürünün ikram ettiği çay eşliğinde klimalı odada bekleyerek yeni nüfus cüzdanıma kavuşmuştum. Bu güzel anımı Antalya'da kirletmiş bulundum. Öncelikle annemin: aman bir şey eksik olmasın, aman doğru yere gidelim'li cümleler eşliğinde internetten "antalya nüfus müdürlüğü" anahtar kelimelerini yazarak google'dan yardım dilendim. Yalnız şöyle bir durum söz konusuymuş: 500.000 nüfusuyla Muratpaşa Belediyesi ve aramalarda ilk bu çıkıyor. Önce biraz kıllansamda, Antalya-özürlü bünyem olayı irdelemeyip kabullendi, bizde tuttuk Muratpaşa Nüfus Müdürlüğü'nün yolunu, bir cümle önce belirttiğim üzere, bu belediye Antalya nüfusunun yarısını barındıyor. Yani sıra numaramızda ona göre. 20, ve sıra 400 küsürde. O mio dios acaba 999dan sonra mı 1e dönüyor diye düşünürken 499da döndü 1. sıraya. Oh aman neyse az kaldı dedik ve hakkaten sıra bize geldi bir 20 dakika içinde. Ama gel gör ki biz Konyaaltı Belediyesi'ne (zamanında Konya'ya yalakalık olsun diye konulmuş =] ) bağlı olduğumuzdan oradaki nüfus müdürlüğüne gitmemiz gerekiyor imiş! Antalya'nın nemli sıcağına daha fazla katlanamamak ve tatil tembelliği içinde yarın hallederiz artık dedik. Yarın oldu, önünden geçtiğimiz kocaman tabelalarla belirtilen Konyaaltı Nüfus Müdürlüğüne gittik, Konyaaltı Belediyesinden (itin öldüğü yerde) Adres Talep Formu almamız gerektiğini öğrenmiş bulunduk. Şehrin dışında havadar bir yere kurulmuş olan belediyemize vardık, bir iki yanlış yere girdikten sonra bulduk formu alacağımız yeri. Yüzümüze bakan ve yüzü temiz olan amcanın karşısına oturduk annemle. Tabi ilk soru bana bakarak anneme doğru başını 45 derece bükerek "annen mi?". Ve sonrasında sürekli karşılaşmak zorunda olduğum, genlerimi ben seçmişim gibi bir tavırla:
"aaa hiç olmuş mu alsaydın ya annenin boncuk mavi gözlerini" cümlesi, sonrasında benim omuz silkmem, "babama çekmişim ne yapayım ehue". Buraya kadar "normal" daha doğrusu alışıldık, adam birde mavi gözler üzerine şiir okumasın mı? O an elinden Adres Talep Formunu çekip çıkmak istedim. E tabi amcayı da anlıyorum gün boyu 15 metrekare oda 4 kişi birbirlerine bakıp duruyorlar, annem gibi egzotik ve ona hiç çekmemiş yurdum kahverengi gözlü kızı girince takılmak istedi birazCIK! Elimizde form çaldık nüfus müdürlüğünün kapısını. Görevli kadın (gene aynı mimikle) "annen mi?" dedi, "evet" dedim. "babana çekmişsin o zaman, annen hamileyken babana çok bakmış, sende hamile kaldığında annene bak e mi?" ben: =S, =O vs.
Her gün geçtiğimiz muhtarlığı 15 dakika arama sonunda (camiden çıkmış yardım etmek için yanıp tutuşan bir abinin 4 yeri aramasını beklemesek daha hızlı olurdu belki bulmamız) gittik belgeyi teslim edip yenisini alıp, resmen Antalya'ya taşınmış oldum.

* Mr. Nobody, top 5 listemde. Paralel evrenler, entropi, kelebek etkisi, gibi kavramlara meraklıysan, Amelie gibi orijinal çekimlerin bulunduğu filmlerden hoşlanıyorsan ve yapış yapış aşkları izlemekten tiksinip gerçek aşkı  tüm saflığıyla izlemek istiyorsan bu film sana göre!

*Kaldı bir ay! Tam bir ay sonra bu saatlerde warwick kampüsünde ve belki de odama yerleşiyor olacağım. Şimdiden heyecanlandım. Bir yanım artık biraz hazırlık yap oku et şu doğu asya hakkında bir şeyler. Diğer yanım (ki kendisi baya dominant) yeah yayıl 9gag, penguen, uykusuz, dexter... nassa canını çıkaracaklar okumaydı research paperdı, keyfini çıkar SON tatilinin ! Bu arada İngiltere'nin tatil politikasını tuttum: 2 ay ders bir ay tatil =]

Şimdilik bu kadar sanırım, bayramda Adana'ya gidip Adana'ya uğrayıp yayla ve Mersin arasında mekik dokuyacağım =]

15 Ağustos 2011 Pazartesi

kelebek(ler) vadisi


son 3 gündür gerçek anlamda tatildeydim. Şimdi Anadolumuz muhtelif denizsiz yerlerinde yaşayan okuyucularıma ayıp olacak ama Antalya'da yaşam o düşündüğünüz gibi tatil olmuyor kuzular. Bende günümün büyük kısmını evin içinde laptuş başında, facebook-twitter-ekşi-habersiteleri-mail... arasında gezinerek geçiriyor, akşam 5.30 civarı denize girip çıkarak (tamam bu kısım Antalya'ya özel farkındayım ;] ) sonra tv, film, yemek döngüsünde geçiriyorum. Sizlerden çok da farklı değilim efem.

Emmeeee, son 3 gün öyle değildi işte; arkadaşlarımla Kelebekler vadisindeydik çünküüüüüü =]

Yolculuğumuz da dahil olmak üzere baya eğlenceliydi, gece 00.00da bindik Antalya'dan, sevgili dostum A.C. yolculuğun 4,5 saat süreceğini söyledi, bizde "ne yapsak ki gecenin 4.30unda orada, neyse Fethiye'de açık bir yerler bulur dolmuş saatine kadar bekleriz" dedik. Dedik de vardık mı 3.30da Fethiye otogarına! Neyse dedik gidelim şehir merkezine takılırız, taksi bulduk 10 tl aldı 180 saniye süren yolculuğumuz (!) için, dert etmedik. Işıklı bir şehir beklerken bizi karanlık minik bir yer karşıladı, ramazan ayının gazabına uğradık, her yer kapalıydı (0_0) market bulduk aldık içeceklerimizi liman olduğunu tahmin ettiğimiz yere oturduk, saat 4 e gelmekte, en erken dolmuş 7de, kelebekler'e en erken tekne 11de var mı daha 7 saat. Yalnız şöyle bir durum vardı ki, beraber gittiğim arkadaşlarımda bilimum şebeklik genleri mevcuttu, 2 tanesinin Kıbrıs'ta okuması onların KıPrısçaya hakim olmalarını sağlamış ve bizi baya güldürmelerine neden oldu, ingilizce gibi düşünüp (fiili başa atıp) mı-mi soru eklerini atıp son heceleri vurgulayınca al sana oluyor KıPrısça =] 7 gibi bir yerler açıldı sonunda kahvaltımızı yapabildik, oradan köpekler eşliğinde (birisi yüreğimi ağzıma getirdi, çığlıklar atmama sebep oldu kendisini sürekli arabaların önüne attığından) dolmuş durağına kadar gittik, bindik, yolda tüm arkadaşlarım uyudu böylece yolu takip edip ineceğimiz yeri kaçırmamak bana düştü :) Ölüdeniz'e vardık, sahilde bir ağaç gölgesine kurulduk yattık uyuduk 1 saat kadar (evsizler stayla vol.bilmemkaç) bineceğimiz tekneye dikkat etmemiz gerektiğini Kelebeklerin sitesinden okumuştuk aynen şöyle yazmışlar:


"Ölüdeniz Plajı’na iner inmez saldıran, “Vadi bileti buradan satılır” diyen hanutçulara aldanmayın…
Vadi’nin resmii, kendine ait, tarifeli servis tekneleri vardır. Yukarıdaki fotoğrafta görülen teknenin ismi “Kelebekler Vadisi 1” ve kaptanının ismi Süleyman’dır. Diğer teknemizin adı “Kelebekler Vadisi” ve kaptanı yine Süleyman’dır. "



bir sorun çıkmadan vardık, valizlerimizi gören Handan ismindeki kızcağız kimliklerimizi aldı kaydımızı yaptı, para ödemesini giderken yapıyorsunuz dedi, bu işte bir psikoloji var bence, öncelikle sana güveniyorlar sende doğal olarak onlara karşı bir güven oluşturuyorsun. Ayriyeten bu şekilde tatili uzatmak daha da mümkün hale geliyor, kimse sana çıkman gereken tarihi söylemiyor , rahatsın.

Vadiyi ters V şeklinde düşünürsek ağız kısmı denize denk geliyor, V'nin iki çizgiside dağ.Çadırda kaldık, ama çadır dediysek bildiğin yerden yüksek yatak var (başka da bir şey yok gerçi ama ;))e tabi çadırı kilitlemek gibi bir şey söz konusu değil mecburen güveniyorsun. Yemeklere gelmek gerekirse hepsi harikaydı! Zaten vadide tarım alanları var, organik organik üretiyorlar tüm sebzeleri taze taze yiyorsun, tadına varıyorsun.Sabah kahvaltısında ızgaranın üstünde kızarttığın ekmeğin üstüne misss gibi tereyağını sürüyorsun. Çadıra böcek girmiyor mu? Hayır. Aslında sadece bir sabah karşı yatağımın üstünde bir arka bacağı kopmuş renki bir çekirge gördüm, göz ucuyla onu takip ederek eşyalarımı topluyordum. O minik gözlerini bana diktiğini hatta gözgöze geldiğimizi hatırlıyorum fekat üstüme zıplamasını beklemiyordum. evet böcüklerle yaşadığım tek hadi bu oldu. Yukarıda bahsettiğim ters V şeklinin dibine gittiğinizde sizi şelaleler karşılıyor. "Kelebek(ler)" adına kanmayın, mevsimden midi nedir, sadece bir adet kelebek gördüm =/

İkinci günümüzde Ölüdeniz Tabiat Parkına gittik, park lafına aldanmamak gerek bildiğin plaj, o yüksekten çekilmiş kumlu lagün falan yalan. Güzeldi vesellam. Denize girdik çıktık, "anaaam hakkaten batmıyorum, bak şimdi de çarmıha gerilmiş gibi duracağım, bak bak batmadım =) " muhabbetleri yaptık, saatlik kano kiraladık, güldük eğlendik. Akşam döndük vadimize. Rock Bar 'da (adını kayalıkların üstünde olmasından aldığını tahmin ediyorum, zira genelde elektronik müzik çalıyordu =] ) oturup içeceklerimizi yudumladık. Ayda 2 gelecek bir şans eseri dolunay vakti oradaydık çok çok çok ama çok keyifliydi! kesinlikle hayatımın yaşanmış "an"ları arasına girdi orada oturduğum vakitler.








Vadinin hayvanlarından en çok sevdiğim sanırım şu fotodaki ördek oldu ^o^ kendisi bir sevimlilik abidesi, ıslık çalınca geliyor,sana cevap veriyor elinden ekmek yiyor.











kıssadan hisse: herkese tavsiye ederimmmm!!!!


2 Ağustos 2011 Salı

çoğcuum nerdeee?

Antalya'ya geldiğimde nispeten sakin bir yaşamı kucaklayacağımı umut ediyordum. Öyle olmadı. 2 gün önce denize gittik. Yaydık hasırlarımızı, havlularımızı, girdim çıktım denizden ki ne göreyim, pembe haşemalı 30 yaşlarında bir kadın bağırıyor:

"çocuğum neredeee? fevzanurrr!!gel kızım neredesinnnn?"

tabiki o bir anne, tabiki panik olmuş. Bende etrafa ve özellikle denize bakmaya başladım çırpınan birini görebilecek miyim diye. Kimseyi göremedim. Kadın yanındakilere kızını tarif de etmiyor, sadece "polisi arayın, çocuğum yokkkkk" diye bağırıp ortalıklarda koşturuyor. Tabi bizim kendini sorumlu hisseden türk insanımız da kadının peşinde sıra olmuş, şıpşıp sularını akıtarak koşturuyor. Neyse oturdum ben annemin yanına kadını gözlemlemeye başladım. Birkaç dakika geçmişti ki yaşlı bir teyze şişme simit takmış bir kız çocuğunu elinden tutmuş getiriyor. Anne - kız buluşması tam bizim oturduğumuz yerde gerçekleşiyor. Tabi bir anda 10-15 kadar meraklı insan başımızda bitiyor. Kadın ilk saniyelerde çocuğu alıyor kucağına "neredeydin kızım ha, neredesin sen?" diyor, kızdan bir ses çıkmıyor panik olmuş durumda. Sahil görevlileri insan kalabalığını dağıtmaya çalışıyor ama nafile, bağırışları duyan geliyor duyan geliyor. (bu durumu iyi bilen teröristlerin, önce küçük çapta zarar veren bombayı patlattıktan 10 dakika sonra ikinci büyük bombayı patlatmaların nedeni bu sanırım. İnsanların olay yerini terketmesi gerekirken daha da sokulması...) O kızın elinden tutan yaşlı teyzenin anneanne olduğunu öğreniyoruz tabi, çünkü şöyle bir diyalog vuku buluyor: (çocuğun annesi) "anne sana emanet ettim, ne biçim annesin, seni dövmek gerek valla... git seni gör..mek... istemiyorum" tükürükle dağılan konuşmalar...
tamam anlarım heyecanlıydın çocuğun kaybolmuş heyecanlanmışsın, sevineceğin yerde ne bu şiddet bu celal e teyzecim.
dayanamadık daha fazla kalktık başımızdaki kalabalık dağılmak bilmeyince.
annelik zor zanaat azizim. anti-evlilik insanı olan ben için zaten çok uzak bir kavram.
kalın sağlıcakla, bol su & az güneş cancağızlarım.
t

29 Temmuz 2011 Cuma

sabancı'da son gün.

merhaba,
bir önceki yazımda doğumgünü tribine girmişim, çocukluğum bitmiş gibi geldiği için belki de... nerede o deniz havuz arasında mekik dokuma ile geçen, dondurmadan karın üşütülen, garsonluktan resepsiyonistliğe uzanan çerçevede çalışma ve bilimum eğlenceyle geçen 3 BOMBOŞ ay, nerede şimdiki oyenin yaz tatili =/ aslında kızmaya çok da hakkım yok, öncelikle kendim seçtim burada olmayı, ikinci olarak oradaki hayatımın ikiye bölünmesi konusunda benim elimden gelen bir şey yoktu. Şartlar öyle gerektirdi. Üçüncüsü yolumu turizminden ayrı çizen deeee bendim! Bunun çerçevesinde de 17 yıllık habitatımın artık başkalarına ait olmasında da benim katkım yadsınamaz... Depresif bir hava versem de aslında öyle değilim, bir an önce yeni yaşamıma doğru gitmek istiyorum, yeni insanlar/kültürler tanımak, geleneklerin ülkesi İngiltere'yi, İrlanda ve İskoçya'yı (sonrasında arkadaşların olduğu ülkelere öncelik vererek Avrupa'yı) keşfetmek, exchange yapmamanın tüm hırsını çıkarmaya çalışacağım bu bir senede! Tabiki yanımda 13,3 inçlik laptuşumla tezimi yazarken bu daha kolay olcek öncelikle alacağım laptuşa karar verebilirsem bittabi. Okulun 5 senedir benim yerime karar verip laptop vermesi, ve bu laptopı masaüstü bilgisayarı şeklinde kullanmam şuan büyük bir zorlk yaratıyor. Karar veremiyorum, işlemcisi neymiş, rengi beyaz mıymış, tuşları arasında boşluk varmıymış vs vs zor iş anlayacağın sevgili blog.
İstanbul Politikalar Merkezinde çok işim kalmayınca bende mezunlar ofisinden gelen mail doğrultusunda, üniversite tanıtım günlerine gelen öğrencilere yardımcı olayım, sorularını falan yanıtlayayım taze bir mezun olarak dedim. Çok memnun oldular, pazartesi günü gittim rektörlüğü beni SGMye götürdüler. Neyseki tanıdığım bir sürü insan vardı. Gittim D.'nın yanına,


-soruları falan yanıtlayacağım di mi ehue nasıl eğlenmiştik Antalya'da tanıtım günlerinde (gülensurat) tadındayken,
- sende dekanlardan sonra çıkıp sunum yapacaksın.

demesinler mi? yok yani sunum fobim falan yoktur emme, hazırlıklı olmak şartıyla, ben öyle bir elimi kolumu sallaya sallaya gelmişim ki elimde hazırlanabileceğim kalem kağıt dahi yok! neyse benimle beraber bir mezun daha vardı beraber çıkınca ve de zamanımız çok kısıtlı olunca ilk günü arızasız bitirdik. (yalnız bir mezun olarak bundan sonra ne yapacağımı es geçmişim, uyanık bir dinleyici hemen sordu saolsun, konuşmamın hemen başına ekledim sonraki günlerde warwick'e gideceğimi =] )
Sonraki günlerde de elimde notlarımla çıkıp tecrübelerimi paylaştım, parası koç ve sabancıya yeten her öğrencinin sorduğu neden koç yerine buraya geleyim, o sarıyerde siz ise orhanlıdayken, şimdi sizin bölüm tam olarak nasıl oluyor?  Bu arada parayı verecek olanlar aileler olunca soruların %99u onlardan geliyor, gariban adaylarda kurbanlık koyun gibi yanlarında dinliyor.

Bugün Sabancı'da son günüm, biraz hüzünlüyüm tabiki, kolay değil 5 senem geçmiş şu 15 milyon metrekare yerde! Dün Hangardaydık, shuffle'ı dinledik oturduk göl kenarında, b8-b9 rektörlük, diller okulu, yönetim bilimleri fakültesi, b5in ışıklarının yansımasını izledik... Bugün kuaförde son kez saçımı kestireceğim Serdar Abime, Elanur'u (2.5 yaşındaki kızı) soracağım, oradan yurtların arasından süzülüp iki arkadaşımı ziyaret edeceğim, belki son bi yemekhanede yemek ve bitecek. Onca anının hep yükü hem hafifliğini (nasıl bir isim tamlaması oldu hiç bilmiyorum =] ) taşıyıp yarın Antalyaya uçacağım. Ve resmi olarak yaz tatilim başlayacak...

Sanırım bugünlük yazacaklarım bu kadar, Antalya'da yazmaya daha çok fırsat bulacağım, sık yazarım...

15 Temmuz 2011 Cuma

doğumgünü sendromu, tripler, staj

Yarın doğum günüm. Birkaç yıl önce olsa, 2 3 hafta öncesinden saat saat nerede olacağımız / neler yapacağımızı planlar, arkadaşlarımı arar (ki hatırlatmama gerek de yoktur aslında yazın tam ortasındaki gün bizim otelde toplanır havuz-deniz faslından sonra Side'ye giderdik) ve saati kararlaştırırdık.
Şimdi ise, Antalyadan gelmesi kesin olmayan arkadaşım dolayısıyla rock'n coke'a bilet almayıp, acaba yarın birileri var mıdır İstanbul sınırları içinde diye kara kara düşünmekteyim.
Hatta şimdik face'den doğumgünümü gizlemesini istedim ki yarın sadece gerçekten hatırlayanlar kutlasın =]
"doğum günün kutlu olsun cnmsss" duvar yazılarından uzak kalayım ;]
Belki eski heyecanım yok, belki artık ikiye bölünmüş bir yaşamım olması (istanbuldan önce & sonra), yaz tatilinde ama evimden uzakta, Istanbul'da staj yapmam doğum günü planı yapmamı engelliyor, bilmiyorum.

Mezun olmanın hem rahatı hem rahatsızlığını yaşıyorum şu sıralar. Evet artık bir üniversite mezunuyum, iş başvurularımda gösterebileceğim bir diplomam (hatta iki ;] ) bu okulun bana kattıkları, çeşitli yaşanmışlıklar vs vs.
Bunlar pozitif taraflar ancaaak, bundan sonra ne olacak?
1 senelik programımı yaptım: İngiltere'de bir sene Uluslararası İlişkiler ve Doğu Asya üzerine master, ya sonra? Bu okul bana gerçekten ihtiyacım olan arkaplan bilgisini sağladı mı? Dün ODTÜ uluslararasından bir çocukla tanıştım, resmen aldığı derslerle ezdi beni =( Bende duramadım baktım ne dersler veriyorlarmış diye. Karşıma çıkanlardan cidden ürktüm. Adamlar en başta çok sağlam bir tarih öğreniyorlar ki bu araştırma methodlarını sullar seller gibi bilmekle eşdeğer, ikisininde bilimsel geçerlilikleri var. Konuştuğundan insanların ağzını açık bıraktıracak iki şey: tarih bilgisi ile desteklenmiş istatistiki bilgi.
Maalesef kendimi kesinlikle yeterli görmüyorum ikisinde de =( World history, comparative political thought falan hak getire yani...

Umarım İngiltere'deki ortamım kendimi geliştirmem için daha fazla olanak sağlar bana (bilgiye erişim  / teknoloki vs. den ziyade arkadaş ortamının ülke / kültür çeşitliliği kastım)

Istanbul Politikalar Merkezi'ndeki stajım da dolu dizgin devam etmekte, datebase update yapıyorum söylemesi ayıp =P hehe böyle söyleyince baya iş yapıyormuşum gibi duruyor ama aslında yaptığım IPM'nin iletişim adreslerini kontrol etmek/araştırmak değişmişse excel dosyasında gerekli değişimleri yapmak =] İki hafta bunlarla ve bir hocamın kitap siparişlerini yapmakla, çeşitli fiş/faturaların fotokopilerini çekmek excele girmekle uğraştım. Bakalım gelecek hafta neler getirecek. Merakla beklemekteyim. Farkettim ki hocalarla böyle bire bir iletişim halinde olmak baya hoşmuş =) Koç'tan ithal ettiğimiz bir hocamız, küreselleşme karşıtı protestoların resimlerini içeren bir sunum hazırlamamı istedi o günkü liseli öğrencilere, hemen bir ampül yandı SPS 102 dosyama girdim Globalization.ppt adlı dosyayı buldum baktım tam da hocanın istediği gösterdim beğendi =]
bazen hakkaten ballıyım ^o^

sanırım şimdilik yazacaklarım bu kadar birazdan teknoloji özürlü hocam gelecek şu sunumu videoları bir ayarlamam gerek =]

kalın sağlıcakla muaaaah!

28 Haziran 2011 Salı

mezuniyet '11

bu sefer başlık kısmını hemen skipleyip geçtim yazımı yazmaya =)
çok yorucu 2 3 günü geride bıraktım ve hala yorgunum a kuu. Şöyleki;

*Perşembe günü babam geldi, 2.5 saatlik sahil yolu+ boğaz trafiği sonucunda ulaştık ablam ve eniştemin kaldığı otele. ısrarla bebek yolunda trafik olur dememe rağmen babam her zamanki 'gittiğişehriavucununiçigibibilen' adam tavrıyla sürdü arabayı kuruçeşme tarafına. Trafiği felce uğratarak bulduk gideceğimiz ocakbaşı kebap lokantasını. Eniştem ilk kez geliyor Türkiye'ye ablamın da rahat bir 17 18 senesi var. (ki bende 15 senedir görmemişim kendisini) gidek kebap yiyek şalgam içek dedik. Neyse sohbet muhabbet gece 23.30u gördük. geri dönüş yolu da gelişi kadar sıkıntılı olsa da, babamın gözleri yol boyu kapanıp beni de saçma sapan konuşmaya teşvik etse de gelebildik sonunda orhanlıya.

*Cuma valide sultan teşrif ettiler. onuda yerleştirdik odasına. Tabi o günün sabah 9unda dünyanın en saçma provasını yapıp güneşte kavrulduk (kanımca bizim cübbelerin renginin soluk olmasının sebebi o güneşin alnındaki prova! ) öğleden sonra fakültelerin veda partileri, mezuniyet konferansı (Cemal Kafadar adında Harvard'da tarih prof.u) sonrasında kokteyl ve yemek... Hava iyiden iyiye soğumuştu tabi. Annem babamı yatırdıktan sonra, oturduk havuz başına, önce bir üçlü priz çıktı ortaya, ardından hoparlör ve laptuş derken birden 'barbra streisand' çalmaya başladı ve bu eğlenceyi bekleyen sabancı ahalisin havuz başına koştu =) birden kızlı-erkekli 15 kişilik bir grup nereden çıktığı belli olmayan bir topla ortadasıçan oynayıp deve güreşine başladılar. Tabi bu sırada bende payıma düşeni çekiyorum (bkz. klorlu su ile ıslanma, bkz. kafasına top yeme etc. ) güvenlik görevlileri bir şey diyemiyorlar tabi, yarın mezun olacak hepsi, uyarı cezası alsalar ne =)

*Veeee cumartesi i.e. MEZUNİYET!!! Sabahtan öyle boşboş bir şey yapmadan durduk, son bir saat hazırlanma girişimlerine başladık. Ojeler sürüldü, makyajlar yapıldı, kepe kafaya sabitleme işlemleri için girişimler düzenlendi ;) Sonrası biraz sıkıcıydı tabi, amfitiyatronun arkasında sıraya geç sıcakta o kalın cübbe ile bekle, git yerine otur (tabi bu arada yukardaki tavırda olan babam geç kalmalarına sebep oldu, ilk bir saat eilemin %80i yoktu ortada) konuşmalar konuşmalar konuşmalar, gülüşmeler, ayhan sicimoğlu & latin all stars eşliğinde danslar...
Ve sonunda o an, tüm amfinin sana baktığı, takılıp düşmemen, cübbene basmaman, doğru yöne ilerlemen gereken o sihirli an:

"oya özer, oya özer aynı zamanda sanat kuramı ve eleştirisi yandal onur programını başarı ile tamamlamıştır"

haluk bal, nihat berker ve mehmet baç'ın ellerini sıkma akabinde yapılan zafer koşusu =) (nedense bana köpeklerin tuvaletlerine yaptıktan sonra sahiplerine koşup göstermelerini anımsatıyor =) ) ve öyle ortada gezinme arkadaşları tebrikle geçen bir 10 dakika daha.
Binbir güçlükle annemlerin oturduğu yere gittim ki ne göreyim, o benim için gelen 8 kişiden kimse yok :/
telefon yok yanımda, artık bir arkadaşımdan aldım, ya açmıyorlar, ya meşgule düşürüyorlar ya da kapalı telefonları :/ neyse sonunda açtı sevgülüm buluştuk indik aşağı kokteyl alanına. Bizimkiler başlamışlar köfteleri götürmeye, bende hemen kaptım kendime bir tabak ve şarap. Hedayelerimi açtım ve şebekliği de bırakmadım elden (dilimden aslında ;] )
"eveeet mezunun annesinden 14 ayar bileklik, babasındannnn tektaş yüzük" şakşakşakşak =P

ablamları taksiyle, d'i otobüsle gönderdik. Bu arada benim iki ayağımada ikişer kez kramplar girdi. babet bile giyemiyormuşum onu anladım :...( yarın baloda ne yapacağım aceba?! ama o minicik ayakkabıyı parçasını ayakta tutmak da zor zanaatmış azizim. sonra birden sağanak bastırmasın mı!!! İyiki bizim okul hazırlıklıymış da, yağmurluklar çıktı hemen ortaya. ıslanmaktan kurtulduk. Ara ara gene sağanak geçişleri oldu ama biz yılmadık =) abimleri de gönderdik 23.30 servisiyle. eğlenmeye devam ettik dansettik ben biraz kaçırmışım çok hatırlamıyorum sonrasını ;) sadece okula birikmiş tüm hıncımı (literally) kustuğumu hatırlıyorum en son.

Hep hatırlamak isteyeceğim bir mezuniyet yaşadım. Bu da bir hatıra:

19 Haziran 2011 Pazar

bir garip toplumsal ve siyasal bilimler öğrencisiyim ben...

Dolce far Niente!
yani bomboş olmaktan alınan haz anlamına geliyor italyancada, e tabi önceki italya yazılarımda belirttiğim üzere, tembel bir millet kendileri, daha doğrusu kendilerine şöyle savunuyorlar:

"yaşamımız işimizden daha mı önemli, o kazandığın parayı dilediğince tadını çıkaramıyorsan ne diye kazanıyorsun?" hak vermemek elde değil tabi =] Bu aralar belkide hayatımın en boş bomboş zamanlarını yaşadığım döneme pek de güzel yakışıyor bu cümle, neyse çok uzatmadan asıl yazmak istediklerime geçeyim.

Evet dostlar, bugünden itibaren (biraz önce tüm derslerimi verdiğimi öğrenmiş bulundum) Toplumsal ve Siyasal Bilimler uzmanıyım. Evet dile kolay 4 seneyi kimi zaman severek, kimi zaman ya bu ne biçüm ders yeaa, hocası ne tatlı/kıl/gıcık/kendini beğenmiş/muhteşem, diyerekten geçirdim ve geldim sonunda sonuna. E tabi hüzünlü biraz, özellikle daha bana en yakın iki insana, (anneme & babama) bölümümün adını ezberletemedim :( hala kızlarını uluslararası ilişkiler okuyor sanıyorlar :( ahh ahh ben ki sözlüklerden bile araştırıp bakıp almanca karşılığını bulmuşum ama genede yaranamamışım. Ya bölümü soran diğer homo sapiensler? onlara ne demeli? baştaki "toplumsal ve.." kısmını at gerisini yanlış anla, ""ha siyaset bilimi" de, iyi mi?!
tabi bizim okulda da suç var üretim sistemleri müh. ne abi? endüstri yahu bildiğin, bir de malzeme bilimleri müh. var ki adından dolayı bu bölümü seçmeyenleri tanıyorum.
Ha tabi bir de her ortamda bölümü söyledikler sonra bi burun kıvırmalar,  bi "aman hepinizde yalancısınız, seçimden önce bir sürü şey vaad ediyorsunuz sonrası fısss...demeler, alınıyorum lan!

sizin için oturduğunuz yerden konuşmak kolay tabi, 4 yılda bir genel/yerel seçimlerde zahmet edip oy ver, sonra her şeyi seçtiğin (ya da  seçtiğine inandığın) lider(!)den bekle, oldu gülüm! Söyle baalım kaç sivil toplum kuruluşuna üyesin? efendim? hiç mi? paraların nereye gittiği belli değil mi? açtın baktın mı sitelerine? neredeyse ay ay dökümü var o paraCIKlarının gittiğin yerin.

Sinirlendim gene şimdi. O kendini solda zanneden 'endişeli aydınlardan' (Binnaz Toprak'ın tabiri bu, ki aradaki önemli bir yüzdenin aydın olduğuna da inanmıyorum ben, işkembeden atıyorlar) , akepe yalakalarından, istikrar var bak ama 16. sıradayız, Allahın izniyle ilk 10'a gireceğiz alimallah'cılardan, ya bilemiyorum kafama göre parti yok sanırım'cılardan bıktım bıktım bıktımmmmm... Hepsi ancak püskevit videosu paylaşıp partilerin manifestolarından bir haber yaşarlar!

Azalarak bitin artık lütfen!

13 Haziran 2011 Pazartesi

hayatının en boş dönemindeki oye

Merhabalar,
cidden başlıktaki durum söz konusu. Finallerim bitti, kabulümü aldım, yurt başvurumu yaptım, yalnızca okulla ilişik kesme işlerim kaldı onları da bacımın mezuniyetinden döndükten sonra bir günde halletmeyi düşünüyorum (kısmetse) . Bu dönemde ne yapıyorum, Game of Thrones'a taktım onu izliyorum bol bol, Tutunamayanlar'ı aldım okuyorum /bir yandan da Kürk Mantolu Madonna/ alışverişe gittik bugün sevgili oda arkadaşımla bir sürü gerekli (gereksiz) şey aldım mutluyum.
İstanbul Politikalar Merkezi'nde staj yapacağım bir ay boyunca bu yaz. Sonra malum eve artık bir gitmek lazım =]
Yalnız Sabacı'nın bu hemen mezun olunca (hatta olmadan) bize hadi ver bakem sen kimliğini, mezun olmadan hemencicik, nasıl mı girip çıkacaksın okula? göster anahtarını olsun bitsin'e getiriyor valla alınıyorum : /
Şu İstanbuldan gitmeden yapılacaklar listem baya kabarıkmış onu anladım, olabildiğince bilimum eğlence-gezmeceye katılmaya çalışıyorum ki özleyeyim geri geleyim 1 sene sonra ;] bkz. bebek Fest, One Love, Tünel şenliği vs vs vs
dün oda arkadaşım, kardeşi olacağını öğrendiğinde nasıl kıskandığını anlattı bana, tabi benimde aklıma düşünceler üşüştü acaba ben ne yaparım diye. Sonuçta daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere ben bir mahalle çocuğu değilim, otelde büyüdüm. Tabi bu otel yılın yarısında açık.
Öncelikle haberi ilk öğrendiğim ana gidelim. Yaşıma bağlı da olarak, herhalde ilk tepkim, ihanete uğramış bir kız çocuğu olarak o cenin'in hemen çıkarılması ve tek kişilik iktidarımın devam etmesi yönünde olurdu. Sanırım annemin karnıcığı şişmeye başladıkça durumu kabullenirdim. Aslında gizli gizli kış ayları için bir oyun arkadaşı istediğimi önce kendime ve açıkça aileme itiraf ederdim. Neden kış dedim, e nasılsa yazın 1 maksimum 2 hafta bir değişen her milletten bir arkadaş çevresine sahiptim.
Şöyle bir diyalog olurdu kardeşimle aramda:

-sen şu havuzun sağındakileri ben solundakileri alıyorum,
-tamam sis
-hadi bakalım gazamız mübarek olsun ;]

tabi burada evimizin dili olan Almanca'yı ikimizinde su gibi bildiğini varsayıyorum. Ama kışında sıkılırdık be birbirimizden, o kadar farklı insan tanıdıktan sonra. Değil mi? Gerçi sıkıldıklarından kavga etmiyor kardeşler sanırım daha ciddi olaylar dönüyor orada, neyse bu konuda bir expert sayılmam susayım artık =]

Bu arada canım ülkemde 2011 genel seçimleri oldu, CHP ve MHP tahmin ettiğim oranlarda oy aldı, AKP biraz şaşırttı, en son ekonomik krizde oy kaybederler diye düşünmüştüm, sonuçta halkımın (aslında dünyadaki neredeyse tüm halkarın) oy verdiği şey ekonomik performans = hizmet. Neyse son bir senede kendilerince iyi toparladılar  ve seçmenin yarısının oyunu aldılar, şöyle ya da böyle. Tabi gelişmemiş bir demokrasiye ve demokrasi kültürüne sahip olduğumuzdan şaibeler gene baş gösterdi. Neyse beni ilgilendirmez gari. All about the money all about the dımdımdırıdımdım vesellam. Apolitik oldum çıktım yemin ediyorum. Ne saygı var ne bir şey. balkon konuşmalarındaki inanılmaz olgunluk aynen orada o dakikada kalıyor lafta. Muhalif olup çözüm üretmemek, kişiliğe saldırı bizim genlerimizde var, ve işte bu yüzden ben sivil toplum yolunu seçtim zati. Sürekli bırbır bikbik konuşmaktansa gerçekten bir şeyler yapmak amacındayım. Yatağıma yattığımda huzur içinde bugün bir insana/hayvana/ağaca/engelliye(WHO'ın açıkladığına göre sayıları 1 milyar olan) yardım ettim diyebilip, kafamda acaba patronumun cebine 1 TL/EURO/DOLAR fazla para koyabildim mi dememek benim  en büyük amacım. Ve umarım tüm engelleri aşarım ya da daha güzeli engellere de takılmadan ulaşırım bu (bana göre) ulvi noktaya.

Bugünlük bu kadar, daha yazacaklarım vardı ama başka zamana, dizi izliycim izninizde =P

öpücükler, sevgiler, saygılar...

29 Mayıs 2011 Pazar

ilk ak telim


wallbase.cc adresi bana büyük ufuklar açtı: bkz. bu wallpaper.
aslında bu wallpaper gene bir vesile oldu bazı şeyleri sorgulamam için.
hele bugün ilk kez çıkan beyazımı da görünce :(
dün 5 yıl sonraki halimi gördüm ve geri döndüm, sevgilimin bir arkadaşının doğum günü vesilesiyle. Gruptaki en küçük yaştaki insan olduğumu belirtmeme gerek yok sanırım :) hepsi üniversiteden en az 5 yıl önce mezun olmuş iş güç sahibi (5/8'i avukat) insanların arasındaydım. Tabi muhabbetlerde hemen değişiyor:
-bizim evdeki de bundan ama smart olan.
-aa bizde de var ondan ama smart mı bilmiyorum, çerçevesiz, şu lcd'deki beyaz çerçeve yok yane
-hımm ama biz alalı daha 3 4 ay oluyor, çok yeni yani (alttan alta biz daha çok para verdik)
...
-yok ya blabla avukatlık şirketinde çalışılmaz, resmen kafamın arkasında bir kafa varmış, oradan çıkınca bende avukat olmak dışında üzülen sevinen bir insanmışım onu anladım.
...
ve bunun gibi patronu/iş yerindekileri / müvekkilleri çekiştiren tipler ~ üniversitede hocaları/notları/sınıftakileri çekiştirmek :)
ama sanırım bu tek benzer tarafı, üniversiteki nispeten rahat ortam iş yerinde kesinlikle yok!
bu da beni korkutan ve soğutan bir şey aslında, belki de master/doktora hayallerimin kaynağı da bu.
prof.luk, konuştuğundan insanları sana hayran bırakmak, o tatlı sert sarkastik espri anlayışlar... hepsi ama hepsi çekiyor beni.
Genç bakış geçen çarşamba bizim okuldaydı, konuk da Emre Kongar. Sivri dil, entellektüellik yanında bol bol popülizm yapan bir insan kendisi, ilk kez 3d olarak görmüş olsamda 2d'de edindiğim izlenimlerde yanılmamışım. Tabi bizim okuldakilerinde suçu biraz, adamın hoşuna gidecek sorular soruyorlar i.e. sorularının içinde cevapları da mevcut : örn: internet yasakları konusunda ne düşünüyorsunuz?adımız kuzey kore iran gibi ülkelerle anılmaya başlandı? e be yavrum bu adam cumhuriyet gazetesinde yazıyor mu? yazıyor. Yani ne tarafta? muhalif. AKP döneminde yapılan tüm uygulamalara ne şekilde yaklaşacak? hı? evet doğru bildin MUHALİF. sadece bir iki sıkıştıran soru soruldu (biri de hulki cevizoğlu tarafından, kanımca en yerinde/oturtucu soruydu) onun dışında kitaplarını/köşesini vs okumuş olan birinin sormayacağı sorulardı.
bende sormayı düşündüm bir soru, şöyleki, sürekli demokrasiden demokratlık/sosyal demokratlıktan, kadın erkek eşitliğinden, insan haklarından dem vuran bu vatandaş bunlara ulaşmanın tek yolu olarak siyaseti gösteriyor. E be dedecim, bu sivil toplum falan ne güne duruyor? insan en azından bir kere ağzına alır şu iki kelimeyi! ama sormadım tabi, vereceği popülist cevabı çok iyi bildiğimden. üstümden prim yapsın istemedim.
neyse bu büyük bir parantez oldu. Asıl konu daha öncede yüzlerce kez belirttiğim gibi, en yukarda paylaştığım duvar kağıdındaki gibi bir yaşam sürmek istemiyor oluşum. neden illa o lineer çizgide gelişmek zorunda her şey? özellikle durum şuyken :

23 Mayıs 2011 Pazartesi

son hafta ?!

geçen haftanın 4 gününü tatil/yatış şeklinde geçirmenin verdiği bir mahmurluk olsa gerek, bir takvimime bakayım ayın kaçı oldu acep dedim. Dedim de bir de ne göreyim, lisans yılımın sonuna gelmeye 2 değil 1 hafta var! Tabi ne fark var ha bir ha iki, ama öyle değilmiş işte! bildiğin bir haftacık, 14 x 10 diye düşününce 139 haftayı geride bırakmışım şaka maka ... Önce içimi bir burukluk kapladı, şu çok fırtınalı geçen 5 senemi geçirdiğim, neredeyse her köşesinde onlarca anımın olduğu üniversitemden ayrılıyorum. Belkide bir daha dönmemek üzere...Sonra üniversiteden hatırladığım ve artık görmediğim yüzleri düşündüm, herkes gitmişti bir yerlere devam ediyorlardı yaşamlarına. Kimi iş hayatının çetin dikenli yollarını seçmiş, kimi akademisyenlik yolunda emin adımlarla ilerlemekte. Hatta 2008 SPS mezunu biri bu sene seçimlerde milletvekili adayı! Okulda benimle birlikte büyüdü: 2 lisans yurdu (iki kere kaldığım b10 b11) 2 yükseklisans yurdu, bir nanoteknoloji merkezi ve hangar'a kavuştu. Dorm kapandı, yerine piazza açıldı, köpüklü kahve oldu dunkin', öğrenci birliği odaları da pigastro...
aslında bakınca baya baya değişmiş okulun çehresi son 5 senede. Tabi iyiye gidişler olsada bazı şeyler çürümekte ama şuanda bahsetmeye hiç mi hiç isteğim yok!
3 4 bölüm önce How I met your mother'da vardı, tam ayrılacağın anda o insan/yer sana güzel/yakışıklı görünürmüş ya, işe aynen o durum oldu bende =] özlemeyecek miyim? tabiki özleyeceğim ama özellikle bu sene bazı şeylere çok bağlanmam gerektiğine iyice ikna oldum.
Bu arada Hakan Günday'ın son kitabını okumaya başladım. AZ. kesinlikle tavsiye ediyorum, çok sürükleyici. Gerçekten çok çok geliştirdi bu herif kendini, tüm ifadelerine hastayım alın işte bir tanesi:

"İnsan doğar. On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir. Avazı çıktığı kadar bağırarak. Bu çığlık, bir kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer. Önce, aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürülteye dayanamayıp içlerinden birini, bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. O da gidip "biz de çaldırdık cüzdanı ne var? Senin gibi kıçımızı yırtıyor muyuz?" der. Böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna, büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı. Yapay bir haldir. Tasarlanmıştır. İşlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir. Yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığını sürdürebilmesi için toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. Ve en önemlisi, yetişkin uysallığı tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülüdür..."

bence müthiş bir tespit. Bu ve buna benzer şeyleri okumaktan hoşlanıyorsanız:

5 Mayıs 2011 Perşembe

ah şimdi 20li yaşlarda olmak vardı...

biraz hüzünlü bir yazı olacak (yani şimdilik planım öyle tabi her şeyi cıvıtan ve içinden komik bir şey çıkaran bir yapım var garanti edemeyeceğim yazının sonunda olacakları) bu modda olmayanlar okumayabilir. alınmam.
bu cümleyi sık duymaya başlayınca (en son sevgili rektörümüzle olan toplantıda kendisi aynen şu cümleyi kurdu: "şuanki mevkiimi her şeyi vereyim, tek şart ile yaşlarımızı değişeceğiz") bende acaba bu yaşlarımın gerçekten hakkını verebildim mi diye düşünceler gark oldu bendenize. Bir yanım tabi ki verdin dersini de çalıştın, sevdiğin bir bölümde okudun üstüne mis gibi sanat yan dal yaptın ve gezip eğlenmesini de bildin diyor, diğer yanım ya okulla bağlantın arkadaş grubun okul kulüplerinde olan aktifliğin? Dürüst olmak gerekirse, her öğrenciye laptuş verip toplanabilecekleri minimum bir alan (fasshane - bizim kantin) veren bir okulda (kabül çimler de var ama...) diğer okullardaki gibi bir arkadaş ortamının olmayacağını hesaba katmalıydım. Maalesef herkes biraz 'fazla' kendi aleminde, bu okulda arkadaş çevren olsun istiyorsan kulüplere gireceksin hatta maksimum iki kulübe ve onlarda aktif olanlar olacak (bkz. müzikus, suo, sumun) yoksa  aktivite kaynaşma bekleyemeyeceksin. Öyle havuz başında oturup kız kesip adını öğrenip face'den bulma ile sosyallik olmuyor maalesef. CIP ve Müzikus aslında benim aktif olabileceğim iki alan olabilecekteyse de (tdk'ya selam olsun) hazırlıkta süpervizörlükten red almam beni oradan soğuttu, müzikus ise... bilmiyorum hakkaten neden aktif olup her hafta toplantılara falan gitmedim? Bilmiyorum sanırım bir grubun her şeyi elinde tuttuğu diğerlerine ayak işlerini yaptırdıkları intibası oluşmuştu gittiğim sayılı toplantılarda, tabi böyle bir şeyi iddia edemem, bu sadece benim intibam olmuştu o zaman. 
neyse şimdi geliyorum sabancı döneminin sonuna, yaklaşık 35 gün sonra son finalimden çıkıp kuşlar gibi özgür olacağım =] 
Warwick'in benim için buradan farklı olacağına olan inancım artıyor. Şöyleki, 4 dönemdir exchange öğrenci mentorluğu yaptığımdan o insanların birbirlerine nasıl tutunduklarını, yeni şeyleri beraber keşfedişlerini ve sürekli konuşacak bir şey bulabilmeleri (genelde kültürleri arasındaki farklar, yeni geldikleri ülkenin kültürü vs vs) ve birbirlerine bu sayede kattıkları pek çok şey...  Bende aynen o exchange öğrenciler gibi aynı durumda olduğum bir sürü insanın arasında olacağım. Ayrıca Warwick'te de sürek aktif gönüllülük programları varmış =] ha birde piano odaLARI ve tam teçhizatlı spor merkezi de cabası ;] Yani kısacası değişiklik bana iyi gelecek gibi gibi. Böylece belki 20li yaşlarımın keyfine daha da varacağım, kim bilir? 

1 Mayıs 2011 Pazar

it iz tıradişın beybi!

geçen cuma çamaşır yıkamaya inmiştim, bugüne denk getirdim ki, yıkama ve kuruma sırasında geçen 40 + 35 dk.lık sürede şu 2 milyar insanın izlediği "kraliyet düğünü"nü izleyeyim. Attım çamaşırları kuruldum tv odasında 10 yıllık, yerden 30 cm yukarıdaki koltuklara başladım izlemeye. yerden bu kadar alçakta duran koltuklar ve yerden en az 1.6 m. yukarıda duran televizyon yüzünden boyun fıtığı geçirme tehlikem olsada vazcaymadım :)
ben açtığımda Houses of Parliament's yanından gidiyordu gelin arabası. Kate'in çoşkulu kalabalığa öyle sakin sakin el sallaması, babası ve önde oturan kardeşiyle bakışmaları eşliğinde geldiler Westminister Kilisesine (şu kelimenin de doğru okunuşunu merak ettim doğrusu, bazı spikerler vestMİNİSTER derken diğerleri vestminstır diyip geçiyor 2. doğru gibi gibi)
Tabi her şey salisesinde plan eşliğinde gidiyordu tıpkı kraliyet ailesinin tüm hayatı gibi. Ben NTV'den izliyorum töreni davet edilenlerde ünlü bir modacı bir gazeteci vardı ( Atıl Kutoğlu, Nilüfer Kuyaş ve Ayşen Gür daha sonradan katıldılar) Kate'in arabadan/limo'dan inmesiyle stüdyodaki modacı hatun hummalı bir çalışmayla gelinliği yorumlamaya çalıştı ancak "ay tam göremedim... hah evet dantel var eteğinde işlemeler var.... Diana'nınki kadar şatafatlı değil...."in ötesine geçemedi ki bu kıt moda bilgimle aynı şeyleri bende söyleyebilirdim. Neyse kiliseden girip 1900 davetlilerin arasından yavaş yavaş William'ın yanına yanaştı Kate. Bu arada stüdyoda beni yaran diyaloglar sürmekte. Özellikle o gazeteci kadının kuyruk acısı varmış gibi sürekli kötülüyor:  "zaten kazma dişli bunlar çocukları da böyle olur bunların.ben gelinliği de pek beğenmedim ne o öyle kır düğününe gelmiş gibi. suratsız. 6 ay büyükmüş william'dan. Ki zaten dedikodu deniyor ama bence gerçek öyle tesadüfi gelişen bir aşk değilmiş bu, kate daha lisedeyken hep prenses olma hayalleri kurmuş amacına da adım adım ilerlemiş (bir sessizlik sanırım içinden 'kevaşe' dedi burada) " bu arada sunucu toparlamaya çalışıyor: "yok bence dedikodudur onlar, 10 senedir beraberler, hem kız da zarif baya..."
Bu konuşmalar geçerken stüdyonun görüntülerine yer verilmediği için jest ve mimikleri hayal ediyor, neşeme neşe katıyorum =]
Bu konuklar gittiler yerine biraz önce bahsettiğim konuklar geldi ortam biraz yumuşadı. Bu arada yemin törenine geçildi, Kate'in itaat yemini etmeyeceği tekrar tekrar vurgulandı NTVce "I do" "I do"lardan sonra kiliseden çıkıp Buchingham Sarayı'da gidişi izledim. Tabi arada kraliyet ailesine mensup biri olmayıp kendi çamaşırını kendi yıkayan ortahalli bir üniversite öğrencisi olduğumu hatırlayıp çamaşırları kurutucudan almaya gittiğimde ne göreyim, kurutucu AL - 4 diye bir hata veriyor, yani egsoz borusunu kontrol etmem gerekiyor =/ tabi ben o borunun nereden çıkıp neyi nereye bağladığını bilmediğimden boş gözlerle kurutucunun arkasına bakıyorum =( artık güç böle programı değiştirerek falan tekrar çalıştırdım ve tv başına döndüm. Bu arada kalabalığın içinden de yayın yapılıyor ve insanların günler önce sırf o meşhur öpüşmeyi görebilmek için çadır kurdukları, dışarıda yattıklarından bahsediliyor.
Özellikle 'King's Speech' ve şimdi çıkacak 'The Queen' filminden sonra insanların İngiliz kraliyet ailesine olan sempatisinin yükseldiği kanısındayım. Rejim değişikliğinden sonra kraliyet ailesi halkın yansıması olarak görülmüş ve bu ilginin sebebi de halk tabakasının 'bizden biri evleniyor' edasına bürünmesi ve Kate'in gelinliğinin de bu inancı pekiştirmesinde yatıyor kanımca.

27 Nisan 2011 Çarşamba

back to black

yok yok yazının Amy Winehouse ile uzaktan yakından (belki yakından biraz olabilir) alakası yok. Sadece kızgınım biraz konserine gitmek istesem de 150 TL ayakta. hıms, almayayım alanada mani olmayayım moduna soktu beni. neyse seneye İngiltere'deyim, eminim TR'de verdiğinden fazla konser veriyordur oralarda diye bir fikir yürüttüm ve altını doldurabilirim sanırım =]
neyse ne diyorduk, back, evet blogger'ın digiturk yüzünden kapatılması ardından tumblr'a sığındım bir süre ama olmadı blog. olmadı olamadı olduramadım. Bir kere bir mantık oluşturmuşum kendime; facebook video izlemek arkadaşların ilişkilerini/okullarını/iş durumlarını takip etmek için var twitter öyle kısa kısa yazıp efkar dağıtmak/ünlüleri takip etmek işlevi görüyor, tumblr'a ise stumble'da gördüğüm güzel linkleri yapıştırıp resimleri 'reblog'lamak için kullanıyorum.
Oysa blogger öyle mi? yeminlen en çok sana emek veriyorum, uzun uzun yazıp kendimi kaptırmak için varsın iyiki varsın =] geçen gün okumuştum facebook bizi tükettiklerimizle ifade ettiğimiz (izlediğimiz filmler, dinlediğimiz müzikleri afişe ettiğimiz, beğendiğimiz videoları paylaşmamız...) bir sosyal paylaşım sitesi, çoğu paylaştığımıza bir daha ulaşamayacağız bile bir daha! Ama sen öyle misin? (gerçi kapandığında küçük çapta bir kriz geçirmedim değil tüm o yazdıklarım nereye gitti şimdi keşke ctrl+c, ctrl+v fonksiyonunu kullanaydım demedim değil, ki yapacağım en kısa zamanda aklımda;] )dönüp dönüp okuyorum valla. Bu düzensiz yazılarımı o zamanki ruh hallerimi düşünüp hüzünleniyor ve seviniyorum =]
Neyse bugünlük bu kadar daha yıllık yazıları, warwick'e bana burs vermesi için yalvarma yazısı ve ihtilal günlerinde sanat (evet birebir çevirisi bu dersin adının) için proposal yazmam gerek bir de film izleyeceğim =]
Bu aralar ZAZ adlı bir fransız gruba taktım hatta ciddi ciddi Fransızca öğrenmek istiyorum !

20 Şubat 2011 Pazar

aşk tesadüfleri sever (mi) ?

Şu diyaloğa uyuz olurum,


-abi nasıl film iyi eleştiriler almış imdb puanı falan.
-güzel film.
-hım öyle diyorsun, nasıl konusu falan sürükleyici mi?
-güzel bence git.


Hey yarebbim! Film hakkında yorum beklerken sadece "güzel" denir mi canım kardeşim?
Alın size bir tane IQ seviyesi yerlerde kuaförde şahit olduğum bir konuşma daha:
-Ayin diye bir film var biliomusaan
-evet ya duydum şu kuzuların sessizliğinde oynayan adam neydi antonyo banderas (?!) ha ha hopkins
-hıms gitcem ama korkuyorum.
-tam neymiş ki konusu?
-korku gerilim falan konusu
(tam o sırada kuafördeki ekranlarda filmin fragmanının döndüğünü görüyorum ve nobel adayı bu güzel sabancılı kardeşimiz orada geçen cümleyi arkası ekrana dönük olan arkadaşına aktarıyor)
-yaa asıl bir cümlesi var ona vuruldum ben: eğer bir şeye inanmazsan onu yenemezsin diye
ve oye kopar =)


"Aşk Tesadüfleri Sever" filmine 2 gün önce gittik. Filmin fragmanını izlemeden acaba "jeux d'efantas" çakması mıdır ki diye kaygılarım olsa da , hazine kutulu sahnelerin filmin neredeyse göze çarpmayacak kadar küçük bir kısmını kaplamasıyla bu durumdan kaçınılmış. (hatta filmin ana karakterlerinden Deniz o kutuya o kadar değer verirken unutup çıkıyor yıllar sonra Özgür ona verdiğinde)
Tesadüfler sonucu hep aynı ortamlarda bulunma ama bir türlü kavuşamama sonrasında ise bir tesadüf sonrası karşılaşma fikri güzel işlenmiş, özellikle müzikler bildiğin yedirilmiş filme: B. Ortaçgil Eylül Akşamı, Sertab Erener'in "zaferlerim"in coverı ve filmin sonundaki Şebo "hoşçakal"ı beni benden aldı. (Tabi filmin başında Müslüm Gürses duymak beni baya şaşırtsa da;] ) Yalnız ben filmlerde gözün içine sokulan reklamdan hoşlanmıyormuşum bu filmde iyice anladım. Amerikan filmlerinde ne var? Gizli reklam. Hatta gizlenince görmek için harcanan çaba esnasında insan beynine daha da kazınıyor o marka. Mesela converse: her filmde mutlaka bir converse'e zoom yapılan sahne var. Ve şimdi nasıl bir fenomen oldu!
Tamam belki bu pek adil bir durum değil ve bildiğim kadarıyla yasaklanmıştı ama genede...
Filmde bi "aaa bak ikimizinde telefonları iPhone3" demedikleri kaldı, gözümüze gözümüze soktular film boyu o telefonları! Nasıl bir çılgınlıksa blackberry/iPhone jenerasyonu yaratılmaya çalışıyor, tiksindim.
Sonunda değil ortasında kavuşan iki ana karakterin olduğu aşk filmlerinin genelde hüzünlü bittiği bir gerçek ve filmde de olduğu gibi. Tabi kalp nakil ameliyatı baya anlamlı bir sonuç olmuş. Gerçi 7 pounds filminde bu konuya baya doymuştum ama hatırlamak iyi oldu genede ;]

14 Şubat 2011 Pazartesi

döömeler

Merhabalar!!
Yeni bir dönem ve ilk yazıma geçen sene yaptığım ve yazıya dökmeyi planladığım bir girdi ile başlıyorum.
Efenim, geçen dönem ilk kez HART kodlu yane History of Art dersi aldım. Notun %20'lik kısmını oluşturan sunum kısmında ne yapsam diye düşünürkene, sevgilimden parlak bir fikir geldi: "dövmeler hakkında yapsana". Kafamda ölçtüm tarttım bu fikri neticede ders milliyetçilikle ilgili. Gittim hocamla konuştum onay verdi ve bende aşağıda resimlerle süsleyeceğim yazının sunumunu yaptım (daha açık ifade edemezdim herhalde =)

*Şimdik, bu dövme olayının mantığı sürekli hatırlamak istediğimiz, sürekli taşıyacağımız, bizim bir parçamız olacak bir "şey" yaptırmak vücudumuza. "Ta-Tu" kelimesini Kaptan Cook, 18. yy.'daki bir seferinde öğreniyor. Anlamı; işaretlemek. Tabi günümüzün modern dövme yapma makineleri o zamanlar yok ve o zaman kullandıkları alet ta-tu ta-tu diye ses çıkarıyor. İşin etimolojik kısmını geçelim ve dünyada bir yolculuğa çıkalım şimdi





*İlk durak Yeni Zelanda. Buranın yerlileri yani Maoriler, yüzlerine yapıyorlar bu dövmeleri ve her ailenin kendine özgü bir "Moko"su yani yüz dövmesi oluyor.
İmza yerine geçiyor bu mokolar ve aileyi koruduğuna inanılıyor. Erkekliğe geçişin bir aşamasını da ifade ediyor kendisi.




 *İkinci durağımız tabiki Japonya!
Bu ülkede dövmeleri öncelikle Yakuza'lar yani Japon gansterleri yaptırmış zamanla da yayılmış. Hori adındaki dövme ustalarının öğrencilerini yetiştirmesi sonucunda Izezumi yani tüm vücudu kaplayan dövmeler ortaya çıktım. Resimlerde de görüldüğü üzere boyun, kafa kısmı haricindeki her yer dövme.




*Bu iki ülkeden Avrupa ve Amerika'ya yayılıyor dövme kültürü. Öncelikle hapishanedeki numaralamak için kullanılsa da zamanla mahkumlar bu durumu lehlerine kullanıyorlar ve hapishane-dövmesi kültürü oluşuyor. Hapishanedeki çeşitli gruplar kendilerine özgü dövmeler üretip birbirlerini bu yolla koruyup kolluyorlar. Yan taraftaki dövme latino gansterlerinden birinin işareti, arka plandaki maskeden anlaşılabileceği üzere. Sayılar da genelde alan kodlarını ifade ediyor, böylece hangi bölgedeki gruba ait olunduğu göze sokuluyor =)
Yalnız şöyle bir durum var; eğer ait olunmayan bir grubun dövmesi yapılır ve bu ortaya çıkarsa o dövme ütüyle yakılarak ya da kesip çıkartılarak yok ediliyor!!!


*Günümüzde ise toplumların dışlanmışları değil bilakis ünlüler yaptırıyor. Miami Ink, LA ink gibi programlar da tabi ki bu fenomene katkı sağlayan medya araçları.
Angelina dövme deyince aklıma gelen ilk isim. Kadının tüm vücudunda 10'dan fazla dövmesi var, ki bazılarını sildirip yenilerini yaptırdığını da hesaba katarsak sırf ağrı-eşiğinden dolayı tapılası bir hatun kendisi =)

Koluna çocuklarının doğum yerlerinin koordinatlarını yazdırması ayrı bir güzellik bence.




* Ve son olarak benim dövmem =)
Çevre ve sosyal sorumluluklarla ilgili bir insanım,
ve doğanın çeşitli şekillerde "öcünü" aldığına inanıyorum > geri dönüşüm.
Ve tabi ki her şeyin bir döngüye bağlı olduğuna inanıyorum...
pek çok anlamı olan bir dövme benim için yani =)







* veee bu da yaptırmayı planladığım dövme =]









NOT: sevgililer gününe uygun bir yazı olmadı ama genede terbiyesizlik yapmayalım:

Rest in Peace St. Valentine!!!

5 Şubat 2011 Cumartesi

yaş-dizi endeksi =)

şimcik şuna kısaca bir göz atın:

http://www.nationmaster.com/country/gm-germany/Age-_distribution

bi de şuna:

http://www.nationmaster.com/country/tu-turkey/Age-_distribution

iyi bildiğim iki ülke olarak Almanya ve Türkiye'nin yaş ortalamasının televizyon programlarına olan etkilerini sezinledim bu hafta.
Şimcik bizim yaş ortalamamız daha düşük olunca aşk-meşk-entrika konulu diziler daha çok prim yapıyor,
oysa Almanya'da yükselen yaş ortalaması insanların bu tip konuları deyim yerindeyse "aşmış" olmalarından, "krimi" denilen polisiye dizileri daha çok izleniyor. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Ve tabi hayvanları bizden daha çok sevdikleri de bir gerçek o yüzdendir ki Charlie, Flippe gibi maymun yunus dizileri bizde bir sezonu anca bitirebilirken Almanya'da yıllarca oynuyor...

30 Ocak 2011 Pazar

pazar ayininden estanteneler

Merhabalar,
İlk kez bir yazıya başlık yazmadan başlayacağım. Biraz savruk yazdığımdan başlık atmak konuya dönmemde yardımcı oluyordu ama bu sefer kendimi sınırlamayıp yazının sonunda başlık koyacağım bakalım nereden başlayıp yazı yolculuğumuzu nerede sonlandıracağım =)
Aslında çok geniş bir konuda yazacağımdan başlık atmamayı tercih etmiş olabilirim.
Neyse, bu ihtiyaç bugün annemle pazar ayinine gitmemden kaynaklandı.
Tabi bu ilk gidişim değildi ama daha önce bu kadar çok Türk'le karşılaşmamıştım. 
(Beni tanıyanlar ya da facebook'tan arkadaşım olanlar bilirler kitapsız ama Tanrı [yaratıcı güç, başlangıç...] inancı olan bir insan olduğumu.)
Merak edenler için pazar ayini nasıl olur anlatayım. Tabi şunu da belirteyim cami dışında herhangi bir ibadethane inşaa etmek yasak Türkiye'de. Bu nedenden annemler oda gibi bir yerde toplanıyorlar. Bir de bahçesi var orada da ayin sonrası kahve-çay-kek içip/yiyip sohbet ediyorlar. Şimcik, önce girerken kapının sağında küçük bir kasenin içinde kutsal su var ona parmakları değdirip o meşhur haç çıkarma hareketi yapılıyor, o gün söylenecek parçaların olduğu A4 kağıdı alınıp bir yere oturuluyor. Papaz geliyor tam saat 11'de bir dakikalığına çan sesi dinleniyor. Papaz dua ediyor sonra sıradaki ilk parça hep bir ağızdan söyleniyor.


(burada büyük bir parantez açacağım,ben 6 yaşımdan bu yana piano çalıyorum, İstanbul'da ders aldığım ablamın da dershanesinde derslere asistanlık yapıyorum. Karşılaştığım sorunlardan biri çocuklara 1 2 4 vuruşluk notaları anlatıp müziği öğretebilmek. Bizim Türk çocukları notalarla ilk kez dershanede karşılaşıyorlar, müzik ondan önce sadece dinlenilen bir şey görülen dokunulabilen bir şey değil. Oysa Hıristiyan ülkelerde durum çok farklı, küçük yaşlarından beri her pazar ayine giden çocuklar bugün benimde elimde olan notları ellerine alıp, parçalara eşlik ederek notaların vuruş değerlerini öğreniyorlar ve müzik kulakları bizimkilerden çok daha erken gelişiyor. Oysa bizde bestelenmese ezan bile kuru bir ibadete çağırmaktan ibaret. Dualar bazen belli bir ritimle okunuyor kabul ama bu kadar.)


Aralarda Papaz konuşuyor ve tekrar dualar okunuyor. Bugün Berlin'e gittiğinde aldığı bir dergiden bahsetti. Almanya'da en çok satan dergilerden biri olan 'Der Spiegel' başlığı: Yanmış(yanıp kül olmuş bitmiş): aşırı yüklenilmiş BEN. Şişmiş egolarımızdan, sürekli hem hareket halinde olup hem de ulaşılabilir olmak zorunda olan 21. yüzyıl insanının yaşadığı sıkıntı ve buna eklenen inançsızlıkla içinden çıkılamaz hale gelen durumunu anlattı. Güzel bir konuşmaydı. (her hafta bunun gibi inancın önemini vurgulayıcı bir konuşma yapıyor papaz) 


Sonra tekrar dualar, arada bir el sıkışma (geçen diyalog: -seninle barış içindeyim - bende), bir kesenin içinde bağış toplama ve son. Ve bu pazar papaz bitirip üstüne değiştirmeye giderken birden yanıma geldi elimi sıktı kim olduğumu sordu. Daha önce de gelmiştim tanışmıştık dedim. Sonra daha önce geldiğimdeki esprisini patlattı, "annen mi ablan gibi duruyor ama hahaha" komik bir adam, ayin sırasında bile espri yapabiliyor =)


Yazının başında belirttiğim üzere pek çok Türk de katılıyor bu pazar ayinine. Tabi çoğu annemle muhabbet kurmuş aralarında en iyi türkçe konuşan anneciğim olunca. 
Klasik konuşma döngüsü burada da yaşandı:
-senin kızın mı?
-evet
-benziyor zaten, maşallah(!) Allah bağışlasın 
-hehe tşkler
-nerede okuyorsun sen?
-...
Ve inanın bu muhabbet din dil ırk farkı gözetmiyor, Almanlar da benzer şeyler söylediler =)
Sonra yanıma bir Türk amca yaklaştı, annem daha önce bahsetmişti kendisinden. 11 sene önce araştırdıktan sonra Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönen biriydi kendisi. Kısa bir tanışmadan sonra dinimi sordu, hiçbiri dedim. Annem biraz rahatsızca kıpırdansa da adam, 
-bence maneviyat önemli ateistleri anlamıyorum, ama anostik(agnostik) olabilir insan dedi.
-ben agnostik değilim deistim dedim.
-ha onu bilmiyorum, benim dediğim Tanrı'ya inanan ama dinlere inanmayan.
-işte o benim deist
-tam bilmiyorum kızım isimlerini, ama kötü yani ateizm, hiçbir inancı olmamak falan.
-yani tabi onlar da her şeyi bilimle açıklıyorlar ona inanıyorlar saygı duymak lazım, ben manevi olarak rahat hissetmiyorum tanrı inancım olmazsa
-evet haklısın, işte bende 11 yıl önce geçtim araştırdıktan sonra, Hıristiyanlık gelişmeye açık ben mecbur muyum Müslüman olunca Arapça öğrenmeye (ortaokulda din kültürü hocam Arapça bir duayı doğru telaffuz edemediğimde konuşma bozukluğun mu var diye sormuştu, bunu anlatmamın akabinde dedi amcacım bunu). 
Annemde aslında bir 45 50 sene öncesine kadar duaları hep latince okuduklarını sonradan ingilizce almanca gibi dillere çevrildiğini yazdı. İtalya'daki Vatikan tecrübelerimden bahsettim, özellikle benim içiçe olduğum sol görüşlü insanlar Berlusconi'nin Vatikan'ı politikaya alet ettiğini ve Vatikan'ın da bunu fırsat bilerek etkisini arttırdığına inanıyor.
-yoo öyle değil, onlar da daha yeni (yüzünü ekşitti) doğum kontrol hapı, kürtaj gibi konularda serbestlik tanıyan şeyler yayınladı. Hz. Muhammed çok akıllı bir adamdı ama ona bir Rahip geldi İncil'i öğretti, zaten şifozrendi öylece yeni bir din attı ortaya, yukardaki aptal mı bir din yolladıktan sonra tekrar yollasın bir tane di mi ama??
-hımm ben bu konuda yorum yapmayayım, ama bir Müslümanın ağzından konuşmam gerekirse onlar da Hıristiyanlığın ve insanlığın çok bozulduğu bir zamanda gönderildiğini söylerdim. Ayrıca Müslümanlar Kur'an'ın Cebrail'den indirildiği gibi yazıya döküldüğünden değişmediğini, İncil'in ise çok fazla bozulduğuna inanıyorlar.
-yooo öyle değil, hem Hz. Muhammed'i şeytan ve o kovulan rahip yönlendirdi..
-o kadarını bilemeyeceğim, sizin inancınızdır..


Aklından daha yeni bitirdiğim Elif Şafak'ın 'Aşk' romanı geldi; Şems-i Tebrizi'nin Şeyh Yasin ile bir diyaloğu var ki beni çok etkiledi.
Şems Yasin'e "şeytan nedir?" diye sorar, Yasin'in cevabı: " ...dinlerin en sonuncusu ve en mükemmeli olan dinimiz der ki Adem ve Havva cennetten şeytan yüzünden kovuldu...biz de daima tetikte olmalıyız. Zira şeytan tedbil kıyafet gezmekte. Bazen bizi kumara davet eden bir kumarbaz kılığına girer, bazen de güzel bir kadın olur, bizi ayartır"
Şems: " Yalnız ne kolay işmiş! Şeytanı hep dışımızda, hep başkalarında aramak işimize geliyor değil mi? Eğer şeytan hep ayağımızı kaydırmak için fırsat kolluyorsa, biz insanların yaptığımız hatalardan dolayı kendimizi suçlamamıza ne gerek var? Hayırların hepsi Allah'tan şerlerin hepsi şeytandan deyip geçer gideriz. her halükarda kendi kendimizi sorgulayıp dönüştürmek için sebep kalmaz. ne kolaymış"
Ne kadar da doğru. İşte dinin yaptığı şey de bu bence. Her ne kadar maneviyata seslense de o yollar o kadar ritüelleştiriliyor, yozlaştırıyor ki cihad, haçlı seferleri gibi saçma şeyler çıkıyor ortaya. Hani dinde zorlama yoktu? ama bir yandan da Allah yolunda yapılan her şey mübah?
Neyse sanırım bu kadar yazacağım, umarım kimseyi kızdırmamış, gücendirmemişimdir.
p.s.: bu konuları tartışıp konuşmaya her zaman açığım aklınızda bulunsun.
Kakın sağlıcakla..