24 Aralık 2010 Cuma

bu da günün anlam ve önemine uygun olsun

                                Happy Christmas! Frohe Weihnachten!

21st century Yin Yang!

Figures for 2005 show that 1.6 billion adults are overweight and 400 million are obese.
About one sixth of the world's population, or about 1 Billion people are starving!



21 Aralık 2010 Salı

ALES maceram ve klasik bir "Dikkat Oya Uçağa Bindi tüm deliler toplaşın garii" Hikayem!

Üniversite yıllarının sonuna gelmiş, kafasına derin düşünceler gark olmuş, çalışma hayatımı 9-5 ne arar na burda diyen her sağlıklı gürbüz Türk genci gibi bende ALES'e girdim bu pazar.
Daha önceden bir arkadaşımın uyarmış olmasıyla çok dumur olmasamda, sınav sistemini bu kadar değişmiş bulacağımı bilmiyordum, şöyleki:
3 4 yıldır sözel, sayısal 1 & 2 toplam 160 soru olan sistem, bu sene 50 soruluk söz 1-2 say 1-2 bölümlerine ayrılmıştı. Acep uluslararası ilişkiler EA mı Sözel mi, yok ya ekonomi var o kadar işin içinde EA'dır EA diye kendimi rahatlatıp başladım çözmeye, hee olayların başını anlatayım hele.
Şimdi efenim, KPSS kriziyle çizilen karizmayı cilalamaya çalışan 12 eylül meyvesi YÖK, sınava küpe, yüzük, kalem, silgi vs vs her şeyi getirmeyi yasaklamış ve bu ihtiyaçları (yiyecek de dahil) bizzat karşılayacağını yazmış gönderdiği giriş mektubunun ücra bir köşesine.
İyi dedik madem metal dedektörle falan aranacağız bari erkenden gidelim de sırada çok beklemeyelim dedim. annemi de acele ettirerek evimizden bile görünen ama gitmesi cambazlık isteyen AÜ'nün İktisadi ve idari bilimler fakültesinin yolunu tuttuk. Ben ulaştığımda daha kapıları bile açmamışlardı zaten benimle birlikte 3 insan 4 kedi bekliyordu yalnız dışarıda.
Neyse şöyle üstünkörü bir aramayla içeri alındım aNfimi buldum (kavrama hasta oldum, 15. sırada ben oturuyordum ve en son sıra da benimkiydi=] ) wc'ye uğradım (sabancı söylediğim tüm kötü şeyler için affet beni sevgili okulum) o ne biçim bir koku, nasıl bir temizlik anlayışı cidden çok kınadım neyse biraz da midem bulanarak geçtim oturdum gene aNfime. Bu arada iki önümde oturan çocuk "sizin Oye ____" olma ihtimaliniz var mı gibi beni benden alan bir soru sordu, "ee evet?!" dedim, "M.A.L. mezunu musunuz?" dedi, (maalesef okulumun kısaltması bu =] ) "evet" dedim naiv bir şekilde tekrar, "hah bende TMB'den İ." "aa tabi ya seni benzetmiştim zaten, ee napıyorsun nasıl gidiyor?" "iyi işte burada felsefe bitirdim şimdi de şkk.." "aa sizn bölümü kaldırmışlar doğru mu yeaa?"
(dumur bir surat ifadesi akabinde kısılan bir ses, o andaki hayal kırıklığı benim densizliğim vs.)
"yoo ben girdiğimde açıldı bölüm 5 senedir de devam ediyorum kapanmadı yani" dedi,
"şimdi de yüksek lisans yapacağım" dedi, "belli oluyor" gibi kendime göre gayet komik bir espri yapsam da karşımdan aynı tepkiyi alamadım velevki başarılar dileyip önüne döndü kafasına tilki soktuğum sevgili lise arkadaşım =]
Neyse zaman problemi de yaşasam girmek istediğim okulun barajını geçecek kadar puan alarak alnımın akıyla geride bıraktım bu sınavı da (eleştirmeden edemeyeceğim, ayşe beril cem düriye esra fatih'in [dikkatini çekerim isimler alfabetik sırayla gidiyorki tablo kurarken kolaylık olsun tşkler ÖSYM! http://video-klipleri.org/deliimport/osym-gozumu-ye-klibi_7ab5bd59b.html ) hangi gün ne renk gömlek ya da pantolon giydiği benim uluslararası ilişkiler okuma potansiyelimi nasıl ölçebiliyore?  Neyse bu TR eğitim sistemi beni aşar hiç girmeyeyim çıkışı yok.

Ayt-Saw uçağı klasik maceralarımdan birini daha yaşadım bu sefer biraz paylaşayım dedim, zira uçağa bindiğimde vücudumun tek kafamın ise param parça çıkacağını biliyorum her seferinde bir olay gelir başıma hiç sekmez, babamdan aldım bunu, zira o da yağsız bir sabah kahvaltısı ister yağ içinde yüzen antrikot getirirler vs vs yani buradan pay biçin =]
E sırasında oturduğumu gördüm ve yıkıldım, kesin iki yanıma iki birbirinden garip insan kılığında ____ (fill in the blanks) oturacak zehir olacak yolculuk biliyordum.
Neyse elime aldım POLS 353 okuması en azından sohbet etmek zorunda kalmam dedim.
Vee birinci insan geldi ki zaten bekleme salonunda da karşımda oturup bağıra bağıra konuşuyordu telefonda "eyvah eyvah" dedim içimden. Ses bir yere kadar bir de kokusu vardı ki sorma! Bir türlü yerinde duramıyor o sağına soluna dönüyor bacaklarını oynatıyor dergiyi alıp garip hareketlerle okuyor (gibi yapıyor?) sürekli öff püfff aaa sesleri çıkarıyor neyse aldı benim kemerimin bir tarafını taktı bir şey demedim nasıl olsa pencere kenarında oturacak diğer insan  için tekrar çıkarması gerekecek o kemeri ki çok geçmeden "geçebilir miyim" diye bir ses duyduk tepemizde. sol tarafımdakine göre nispeten daha az kokulu ve gürültülü seyahat arkadaşım da sağıma oturunca takımı tamamladık. Ha tabi arkamda dizini sırtıma dayayan dayı, yan tarafımdaki üç meditasyoncu, spiritüel ablalar ve onların önündeki 3 adet kırocan da bu seyahatimin baharat kısmını oluşturdular sağolsunlar, yerlerine başka figüranlar da geçse (bkz. uçaktan tırsan orta-üstü teyze, çok soru soran "aa özel okul mu? burslu musun?nasıl sizde bölüm yok?" (içinde de vah vah bir yeri kazanamamış hayal kuruyor bölüm seçeceğim diye) ortaüstü x2 teyze(!), senkron bir şekilde zırlayan 0-3 yaş takımı (ki genelde hem zırlar hem koltuğumu tekmeler bu grup).
Bu arada pilotumuz ve hosteslerden biri Alman Türkçesinden hemencik çıkardım bu bir iç hatlat yolcuğu için ilkti benim için. Hosteslerin birinin yorgun+huysuz olduğu gözümden kaçmadı ama bana denk gelmez herhalde dedim, demez olaydım! Gerçi bana denk gelmedi ama pencere kenarından oturan abiciğim nasibini aldı kadının hırsından.
Olayın başı: abicik durup durup eline bakıyor (bkz. yazının başlığı) alla alla dedim herhalde yukarıdaki havalandırmadan kıllandı, baktım kapalı meğer adamceğiizin eline su damlıormuş, tavandan! Neyse hostesi çağırdı şansına bu violent abla geldi,
"su akıyor buradan!!%&^+%^''^+"
"durun beyfendi size peçete getireyim (10 sn sonra) oraya tutar mısınız?"
adam malımsı bakışlar atıyor
"ay amma şanslıyım ha koskoca uçakta bir benim üstüme damlıyor!"
"beyfendi ne alakası var, klimadan kaynaklı herhalde, tutun siz onu oraya sonra bana verin peçeteyi"
peçeye koklanır, kokusu anlaşılmaz, yanımdakik koltuğun kenarlarına basılarak bagaj bölmesine bakılır yok akan sıvı yoktur.
"klimadan geliyormuş beyfendi normal bu(!) oraya sıkıştırıverin peçeteyi aa"der ve gider
Bu arada yanımdaki hala huysuz huysuz hareketler yapmaya devam ediyor iyice sinirime dokunuyor, sonra Canondaki multi-kibar abilerin eksik bastığını görüyorum makaleyi ve okumamın bir anlamı kalmıyor, neyse iniş anonsu yapılıyor iniyoruz (ilk fren tutmasada zıplayarak da olsa ikinicisinde)
Çaprazdaki iki kırocan zaten garip bakışlar atarak höpürt höpürt bira içerek yeterince benim antipatimi kazanmışken indikten max. 4 bilemedin 5 saniye sonra ayağa kalkıp el bagajlarını alıp öne yürümeye başlıyorlar, otobüs sanki bu hey yarab.
Benim seyahat arkadaşıma gücü yeten hostes abla bu iki hırboya bir şey demiyor bunlar da güle oynaya önde aya ilk ayak basan olacak olma edasıyla bekliyorlar. Neyse uçak duruyor ben kemerimi çözüyorum baktım yanımdakinin kıpırdamaya niyeti yok ve aval bir bakışla bakıyor bana ve o sofistike soru geliyor...
"inecek misin?"
"ee evet?"
"ha çok kalabalık ya ben oturacağım"
"ben bir saattir oturuyorum ayakta duracağım"
(neyse geçmeme izin verdi)
"senin bölüm ne ingilizce mi?" (sesin desibeli gene telefonda konuştuğu kadar yüksek ön ve arkamızdaki 3 sıra bize bakmaya başlıyor)
"yoo hayır"
"ne okuyorsun peki?" (5. sıra da bakmaya başladı)
"toplumsal ve siyasal bilimler"
"haaa (çok anladın) nasıl öyle ingilizce peki?"
"eğitim dili ingilizce"
"haa vay bee hangi üniversite?" (7., 8. ...)
"Sabancı"
tekrar bir vay be çığlığı ve sanırım tüm uçak duydu artık bu son vaayy beaa'yi.
indim kurtuldum bitti bu sefer de, nirvanaya bir adım daha  yaklaştım
hissediyorum

sevgiler saygılar

5 Aralık 2010 Pazar

Myth Busted: değişim öğrencileri çok eğlencelidir (her ortamda her zaman)!

Cuma ve cumartesi akşamımı Kadıköy civarında geçirdim ve cidden çok eğlendim.
Taa ki "olm M. bu exchange'ler acayip eğlenceli, nereye gitsen eğleniyorsun hiç kıllık yapmıyorlar. Bizim Türklerle bir mekana gitsen en az iki üç tanesi ya yemeği beğenmez ya içkiler çok pahalı içine de amma su koymuşlar, burası havasız, müzikler kötü, çok ses var, ışık çok/az...fhgajfghlfjh" durmaksızın bir dırdır bir kılçıklık gittiğime gideceğime pişman olurum. Ama exchange yavrularım öyle mi her şey yeni geldiği için onlara ses etmiyorlar, bir de kendileri arasalar bulamazlardı nassa burayı, beğenmeseler bile laf etmiyorlar, misafirler bir yerde hadlerini biliyorlar.
evet arkadaşlar, dostum M. ile exchange arkadaşlarımın 55 dk.lı gecikmeleriyle gelmelerini beklerken aynen bu argümanları öne sürdüm.
Ve sonunda üç kişi indi otobüsten, aralarından 1 tanesini tanımıyordum Ms. Kılçık, zaten baştan antipatikti ne enerjisini beğendim ne tavırlarını bir garip. Sesini duymak zor, somurtuyor, elimi yarım yamalak sıktı (hiç hazetmem). Neyse ben önceki gün kebap yemeye gideceğimizi söylemiştim kızların birine, o da kabul etmişti. E aksilik bu ya Ms. Kılçık vejeteryan çıktı! "ehe napsak ki şimdi senin miden bulanır mı ki, istersen gitmeyelim" diye kem küm edip yarım ağızla konuşurken, "yoo farketmez ben aç değilim" dedi. İyi dedik çıktık yola. Zar zor yer bularak oturduk ki zaten hanfendi beğenmedi yerimizi cam kenarına çektik (ve anasını satayım bir kere kafasını 10 derece sola çevirip dışarı bakmadı)
Komik "ingilizce" menüdeki kavramları açıklamaya çalışıyordum, ki sıcak yemek menüsüne bakıyorlardı aşağıda da fıstık gibi dizmişler gidip bakıyorsun seçiyorsun, bu önerimi 2 kere yinelememe rağmen inip bakmadı Kılçıkcan. Neyse tööbe tööbe bakışları atmaya başladım M.'de yarılıyor tabi.
Neyse en sonunda vejeteryan köftesinde karar kıldım bizimki, fındık lahmacunu da etsiz bir şekilde istedi.
Bu arada masaya su geldi, "ben bunu ısmarlamadım bunu ödemem" demesin mi!
Allahım sana geliyorum!
tamam açmazsın kapağını içmedim ödemem dersin hesaba yansıtırlarsa dedim, 5 dk sonra baktım açmış içiyor lıkır lıkır!
Geldi bu vatandaşın köftesi, aldı eline cacığa batırıp batırıp yemeye başladı, 3.sünden sonra "it iz disKasTinKKK" dedi! neresi iğrenç yevrum 3 tanesini götürdün demin?!!
Neyse fındık lahmacunlar geldi aynı surak ifadesinle o caanım lahmacunlara benzer beğenmemezlik sıfatları sıraladı! artık vücut dilimle her şeyi belli etmeye başladım, arkadaşlarım gözümün içine bakıyor ters bir şey demeyeyim diye.
Sana başka bir şey sipariş edelim dedim "zaten bunların da yemediğim halde parasını ödüyorum, istemem başka bir şey"dedi ve telefonundaki resimlere bakmaya devam etti.
şeytan diyor kaldır o 70 kiloyu belini sakatlama pahasına at camdan aşağı.
Dedim tamam yemek modunda değil sanırım içmeye gidelim madem, onu da kabul etmedi akşamın 8inde alışverişi gelmiş Slovenyanın Gülünün. İyi dedik biz içmeye gidiyoruz o zaman.
Hesap geldi tabi kargaşayı tahmin et sevgili blog. Son kuruşuna kadar ince ince hesapladı ve ödedi.
Akşamın devamında diğer exchange arkadaşım özür diledi bu tavırdan dolayı, ama yani akşamımın başlangıcı mahvoldu, o güzelim karnıaçık kebap (evet adı bu, karnı yarık'ın et kısmını parça pinçik edilmiş kebap parçaları olarak düşün) mideme doğru yol alırken sinirden yemek boruma çıkmış asitle yandı bitti doğru düzgün doyamadım bile!
İşte bir myth'imde (istisnalar kaideyi bozmaz lügatımda yok) böylece çürütüldü
şimdi lanfranco'cuumun Myths yazısını okuyayım keyifle =]

21 Kasım 2010 Pazar

düÖğKün

daha öncede yazdım bu konuda ama tutamayacağım kendimi
önce evlilik kurumuna ve saçmalığına çatmıştım şimdi ona götüren yoldaki en önemli basamak olan düğünden bahsedeceğim,
Levi Strauss amcamın aslında tüm ritüellerimizin kaynağı avcılık-toplayıcılık zamanlarına dayanır der. Mesela erkekliğe geçiş, giyinme-süslenme, karşı cinsi ayartma çalışmaları vs vs
örneğin birinin yurt odasında 21 yaş doğum gününde pasta alınır, içki içirilir, parti şapkaları takılır, tişörtler dans etmekten sırılsıklam olur.
bunun antik versiyonu, vahşi doğaya salınıp bir hayvanla mücadele etmesi (nasıl doğum günün için özel giyinilirse vücuda çeşitli dövmeler yapılır) ve kalbini çıkarıp yemesi(pasta gibi özel bir şey olmalı bu yenilecek şey)
bu örnek çok da açıklayıcı olmadı ama biraz okursanız eminim hoşunuza gidecek bir teori.
Neyse efenim düğün konusuna dönersek, şimdi iki kabile karşı karşıya getiriliyor (kız tarafı - erkek tarafı ayrı oturturulur düğünlerde) ellerdeki alet erdavata bakılır ne kadar keskin, parlak silahları var karşı tarafın, savaşsak kar-zarar durumumuz ne olur acep diye düşünceler gark olur iki tarafında mensuplarına (kız ve erkek tarafı birbirini süzer, rüküşlük-şıklık fısır fısır konuşulur dedikoduların ardı-arkası kesilmez) ve sonunda savaş patlak verir (pistte danslar, kasap havaları, çiftetelliler...) hangi taraf daha iyi dövüşüyor (pistte en çok göbek atan, yorulmayan taraf).
Ve sonunda ganimetler ortaya çıkar (takı takma töreni)
ve bunların hepsi çeşitli kurallar çerçevesinde sırayla yapılır. Altın torbasını damat annesine verir, arabaya binemeden önce üç kez başın üstünde gezdirilir üstüne tükürülür çevresinde dönülür (abarttım =] ) geline teslim edilir.  vs vs vs
üstünde düşündükçe olayın komikliği, gelin ve damat üstünde yarattığı stres daha da fazla rahatsız ediyor beni, ve tabi gecenin sonunda türü devam ettirmeye odaklanılmış ancak bu aşamaya gelene kadar çeşitli işkencelerden geçmek mecburiyetinde bırakılan bir gelin ve damat!
bunu da izleyin anacım
http://video.maxateglence.com/izle/287-yeni-nesil-turk-dugunu.html

20 Kasım 2010 Cumartesi

kına

ayda bir yazıyormuşum gibi bir izlenim bırakmak istemezdim ama sanırım öyle oluveriyoru (manavgatça)
Adana'daki düğün stresinden sonra aklıma envai sorular esti, mesela kına?
nedir gacım bunun mantığı?tentürdüyot (böyle yazılmıyor biliyorum üşendim aratmaya, anladınız işte yaraya sürülenden)
kuzu/koyun  gibi bilimum küçük-büyük baş hayvancağıza kesilmeden önce yakarsın kabul kurban çünkü
askere gidecek erkeklere anaları kına yakardı, neden? vatana kurban veriyor, ok
Gelin ve damada neden kına yakıyor pekiiii???
Cem Yılmaz'ın güzel bir esprisiyle kapatıyorum;
abi bence evlilik olayının gidişatı bir kere çok vahşi, söz KESME, nikah KIYMA...
haydin bana eyvallah

29 Ekim 2010 Cuma

Kimin Cumhuriyet'i??!

Sabah sabah Oktay Ekşi'nin yazısını okuyup sinirlendim, kendisini şeytan dürtmüş ve yıllardır yayınlanan 30 ağustos, 29 ekim, 23 nisan'larda başbakanımız tarafından yayınlanan bayram mesajlarına göz atmış. Fekat bu işlem çok da uzun sürmemiş zira yayınlananların hepsi "copy-paste-minor montage" şeklindeymiş!Örnek vermek gerekirse;
Önceki yıl (2008’de) kullandığı, “Bu anlamlı günde, kardeş kavgası çıkarmak için beyhude bir çaba içinde olan şer ve nifak odaklarına, aziz milletimizin tek yürek olarak bir kez daha en anlamlı cevabı vereceğine inanıyorum” cümlesinin sadece sonu değişmiş. O nedenle 2009 mesajında, “(...) odaklarına milletçe tek yürek olarak bir kez daha en güzel cevabı veriyoruz” denmiş.
gibi gibi devam ediyor...
Nasıl kızmam buna? Nasıl sadece ekonomik ilerlemeyi (!) göz önüne alıp "ah işte ne güzel de gelişiyoruz meaşşallaahh, 10 yıla kalmaz bölgesel güç oluruz alimallah" diyen insanların yüzüne tükürmek istemem, Kemal Derviş'in 00000 1 ise karakteriniz hikayesine dönüyor!

Sen bu siyasal sistem sayesinde bugün olduğun yerdesin ve tüm bu kadrolaşmaları sağlayıp, gemicikler aldırıp, oğlunu hem hapishaneden hem askerden kaçırabiliyorsun ey kasımpaşalı!

Hele türban (değilllllllll başörtüsü) mevzusuna hiç girmek istemiyorum. Kendimi çok açık görüşlü bir insan olarak bilirim ve herkes de yapmak istediğinde özgürdür sonuna kadar varım. Ancak o örtü benim gözümde kelepçeyle bir. Ben hiç bir kadın düşünemiyorum ki şöyle saçlarını savurmaktan haz duymasın, güzelliğini ortaya koymak istemesin, allasen türbana yapılan büzmeler süslemeler mi bu hazzı tatmin edecek, komik olmayın!




Neyse bu anlamlı günde böyle sinirli yazmak istemezsin, affola...
Her şeye rağmen, belki de inadına, 87 yıl Cumhuriyetimiz nefes alıyor,
kutlu olsun cümlemize!

19 Ekim 2010 Salı

state with garden & fight club tadında dersim

yazmak beni rahatlatıyor ve zihnimi boşaltmama yarıyor, yazmayı seviyorum =)
bugün çamaşırlarımı kurutucuya atmak için beklerken olacak o ya gittim salona televizyonu açtım, öyle zaplarken haber izleyeyim bari dedim ve bir haber kanalını açtım, Sabriş hocamın deyimiyle "state with garden" nam-ı diğer Devlet Bahçeli'nin grup toplantısı konuşmasına denk geldim, Tanrım o nasıl detone bir ses, o kadar yıldır siyasette olmasına rağmen kağıttan okumalar falan, sürekli aynı cümle kalıplarıyla (e.g. imranı canisi, yüce Türk değerleri, askerimiz canımız...) çözüm üretmeyen, üstüne üstün bölen bir siyasi söylem! Aslında bir yerde de bu basitliği hoş görüyorum, yalın bir uslübu ve programı var bu partinin Türk'lüğü üstün gör, terörü her fırsatta lanetle ve siyasete alet et, hükümeti eli kolu bağlı olmakla suçla, AB'ye karşı bir tavırda ol, tamam bu kadar sanırım. Ha yok bir de 120-130 kelimelik bir öz Türkçe dağırcığın ol, permütasyon-kombinasyonu hatmet pişir pişir duruma göre milletin önüne sür, sonra 40. yıl konuşması gibi traji-komik durumları oluştur bizleri güldür =)
Yerinize göz koydum bir melez olarak Değerli Bahçeli haberiniz ola! Sizin gibi bende partimle evli olacağım, özel hayatımla değil zig zag'lı olmayan çizgimle ön planda olacağım sizin gibi (bu parantezi açmasam olmazdı, kendi ailesi-çocuğu neyim olmayan insandan kaliteli siyasetçi olmaz kanımca ama herkesin kendi seçimi tabi) tabi bir bayan olarak bu zor olacak. En iyisi Y.'a nikahı basmak hem kendisi Kafkas kökeninden ve milliyetçi sayılabilecek biri (zira Mesut Özil'i sivri bir dille eleştirmişti ;] ) yani bizim partinin (hemende benimsedim) şartlarına uygun temiz bir Türk evladı! Annemi de Türk vatandaşlığına geçirdik mi mis gibi propaganda aracı işte!
Tabi bunların hepsi latife, mi Dio beni Türk Siyasetinin taşlı/yoluk yollarından korusun, amen.


Gelelim başlığımın ikinci kısmına, bugün gene bir HBK günüydü (kendisinden aldığım 3. ders - sanat analizi: teori ve kritik) simge biliminden bahsettik (semiotics) ve tabiki olay reklamlar ve brain-washed consumers'a geldi kısa zamanda, neden hepimiz aynı markaları alıp aynı görünmeye çalışma çabasından bahsettik. Reklamların bizi nasıl bazen de göstere göstere aptal yerine koyduklarını (Diesel - be stupid) tartıştık. Neden kendimizi pradalarla, rolexlerle çevreleyip belki de modern zaman zırhlarımıza bürünüyoruz? Dış görünümüze aldırmaksızın hayatımızı idame ettiremez miyiz? Kürk giyen kadınlar mesela, -bunu bir yerde okumuştum baya hoşuma gitmişti- kendini korumaya çalışan ya da saldıracak olan hayvanları andırıyorlar, bu hayvancıklar da kendilerini olduklarından büyük göstermek için kürklerini kabartıyorlar, ve insanların da aslında id'lerinde yatan şey bu aslında; kendimi beynimle savunamıyorum bu kürke ihtiyacım var (Ah Nasrettin Hoca ahh, ne haklıymışsın ye "kürk'üm" ye derken, saygılar, sevgiler). Revolver filminin bir sahnesi geldi aklıma, "benden kork ya da bana saygı duy ama lütfen benim özel olduğumu düşün...hepimiz beğenilme müptelasıyız (approval junkies)" izleyenler hatırlayacaklardır.

neden aynılaşmaya çalışıyoruz? farklılıklara olan bu saygısızlığın kaynağı ne?

bu siteyi öneririm  : http://www.bilinclihippiler.com/

14 Ekim 2010 Perşembe

Nedense

...bir yazma kıtlığı yaşıyorum bu günlerde, ya zaten bir bir sürü yazı yazmam gereken bir yıl olacağından (bkz. visual culture, art theory and criticism, foreign policy analysis) savunma mekanizmalarım devreye giriyor ve yazmak istediklerimi aklımda tartışıp yazıya dökmüyorum..
ya da ne bileyim hava değişimi vs beni kronik yorgun bir insan yaptı ve içimden bir şey yapmak gelmiyor...
artık 4. sınıf olmak, 5 yılın nasıl geçtiğini bilememek, cost-benefit analizleri yapmak ve nereye ağırlık vereceğini şaşırmak, pişmanlıklar - kulüplerde bir görünüp sonra devam etmemek vb.- master için ülke-okul seçme, ALES Toefl GRE(?) IELTS(?) gibi test(!) sınavları (tam şu 5 şık işkencesinden kurtulup kendimi akademik dünyanın fikirlere bilgiler kadar önem veren serin sularına atmışken) işkence gibi geliyor!
bir yandan tavsiye almak için gittiğim hocaların ağzından "AMARİKA" dışında bir laf duyamamak, son senemi kafamı 30 ila 55 derece arasında değişen bir açıyla aşağı eğmek suretiyle okumalardan ayıramadan geçirmek...
"an"ı yaşamak mottomdan uzaklaşıp, neyse bahar döneminde daha rahat olurum (herhalde) moduna girmek...
çok iç karartıcı çok
neyse şimdi "it is a visual course, so no need for texts to read" diyip okuma dayayan sevgili BP'nin okumasını yapmak durumundayım =/

NOT: bu aralar twitter'da takılacağım biraz, feysbuk (Her ne kadar "Social Network" filmiyle saygımı kazansa da sevgili Mart Zuckerberg) görüntü kirliliğine dönüştü biraz, gözümü dinlendirmem gerek
adres: http://twitter.com/#!/paradokssa

9 Ekim 2010 Cumartesi

Not: ben yazmadım ama mutlaka okuyun!

ANNEMİN KOFTESİ.! (yiyin..yiyin.. Afiyet olsun..)

Anlaşılan GDO’ dan önce başka bir sürü sorunumuz var.

Değerli dostlar,

Ben inşaat mühendisi olmakla birlikte yaklaşık 18
yıldır yemek sektöründeyim. Yemek Sanayici ve İş
adamları Derneği başkan yardımcısı, Ankara Sanayi
Odası gıda komite üyesiyim.


Bu sürede öğrendiklerimi yazmaya sayfalar yetmez.
Ancak birkaç bilgi aktarırsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Minimum M2 maksimum verim, olay tamamen budur.


"Soya Kıyması" adıyla satılan ürün yağı
alınmış soya küspesidir.

25 Kg torbalarda kg fiyatı 1,5 TL civarındadır.
Kullanırken ılık suyla ıslatılır 1 kg soya kıyması 3 kg su emer.
Yani kullanım fiyatı kg da 50 krş tan aşağı olur.
Gerçek etin 20 TL/kg olduğu yerde tabii ki bunu önce
sermaye kullanır.


Maret, Pınar vs gibi hazır tıp annemin köftesi gibi
köftelerin tamamı soya katkılıdır.
Şirin gözükmesi içinde mix kıyma, soya proteini vs.
gibi farklı isimlerle ambalaj üzerinde yazılmaktadır.
Yani et diye soya küspesi satıp, annemin köftesi gibi
aynen diye reklâm yapıyorlar.

BİTMEDİ: Bu soya zımbırtısı granül veya toz halinde,
beyaz, açık kahve, koyu kahve, kırmızı, yeşil renkleri vardır.
Tadı nötre yakındır.
Cevizle karışıp baklavaya, kıymayla karışıp
köfteye, unla karışıp ekmeğe, keke vs.ye giriyor.


— Marine kuşbaşı diye bir et satılıyor şimdi,
normal kuşbaşı etten ucuz.
Bir özel kimyasal karışım suyla ete emdiriliyor. % 20
su basılıyor ete,böylece fiyatı ucuzluyor.

Ancak bu tuzlar sizin kalp, şeker, tansiyon vs,
rejimlerinize zarar verir mi bilmiyorsunuz.
Yemeğe tuz atmıyorsunuz, ama başka tuzları bilmeden
yiyorsunuz.
Yemek şirketinizin et giriş faturalarında "mix
kıyma" ve " marine kuşbaşı " var mı, bir kontrol edin bakalım.

— PEYNİR ALTI SUYU TOZU: Adı üstünde, peynir
üretiminde kalan su sıcak plakalara püskürtülüyor, buharlaşma sonucu
elde edilen
toz işte. Nerede kullanılıyor?
Peynirli çizi de peynir mi var zannediyorsunuz.

Tüm bisküvit ve kek sektörünün birinci sınıf dolgu
maddesi.
Kg fiyatı 50 krş gibi bişeydi. Yediğiniz bisküvit,
kek, kraker vs paketlerin üzerini bir okuyun bakalım
içinde şeker ve un dışında tanımadığınız kaç kalem malzeme var.


Bir top keki toptancısı 15 krş a satıyor. Anam-babam
usulü un, yumurta ve yağ ile yapsanız 30 krş malzeme maliyeti var,

ambalaj,üretici karı, nakliye ve toptancı karı vs eklenince
nasıl o fiyata satılabiliyor?
Çünkü kek değil kek benzeri kimyasal bir şey alıp
yiyoruz. Paketin üzerini okuyun anlarsınız.

— Bezelyenin kurusu öğütülüp fıstık süsü
verilerek tatlılara konuyor.
— Pul biberin, karabiberin, kimyonun vs, kilosu 5 TL
ye satılan sucuklarda gerçek baharat mı var sanki.
Bazılarında zaten sucuk benzeri ürün yazıyor.

— Bir danadan 25–30 kg sinir çıkıyor.
— 40 derecede dondurup öğütüyor sinir unu
yapıyor sosise basıyorlar.

Şarküteri ürünlerine dikkatli bakın. %100 dana diyor,

dana eti demiyor, anlayın işte.

— Tavukların boyun, taşlık, kanat ucu vs gibi
ticari değeri olmayan her yeri kemikleriyle öğütülerek
"mekanik kıyma " isimli bişi yapılıyor.

Tüm tavuk sucuk ve salamlarında bu var, siz tavukların
göğüs etlerinin kıyma yapıldığını sanıyorsanız
fena yanıldınız.

Bütün bu işler T.C.Tarım ve köy İşleri Bakanlığı
izni ile yapılıyor.
Tamamen ve her yönüyle gıda terörünün cenneti olan
yurdumuzda izinle bunlar yapılırken siz varın kaçak yapılanları
düşünün,

Bütün ekmeğe tavuk döner 2 TL, yarısı işkembe,
ööööffffffffffff, sıkıldım gene,

GDO ne ki o daha yeni fark edildi, devede kulak bile değil.

Bunlar işin yemek faslı, daha gıda ambalajları var,
koruyucular var vs.

Bu aymazlığa dur demek için bir şeyler yapmalı,
birşeyşer yapmalı...

28 Eylül 2010 Salı

bella italia!- Eboli

Angri'deki sıcak ortamdan sonra hiçbir yere tam olarak ısınamayacağımızı biliyorduk ama bu kadar değişik (!) bir yere gideceğimizi de beklemiyorduk azizim!
Epic fail Eboli'de trenden indiğimizde başladı, bizi almaya gelen İspanyol çocukcağız ingilizce bilmiyordu! neyse benim 2 yıllık İspanyolca kursu bilgilerimle ( + 2 haftalık İtalyanca konuşma çabalarıyla) anlaşmaya çalıştık. Yalnız benim çekçekli hostes çantam gene yapacağını yaptı yokuş yukarı giden tek tek taşlardan örülmüş İtalya yollarında yer çekimiyle adeta genel bir uyum çizgisinde bana kendini taşıttı! Artık son 20 m. ye girerken sevgili Raul erkek olduğunu hatırladı ve çantamı taşımayı teklif etti kibarlık yapıp itiraz etmedim tabi!



Neyse vardık 1 hafta boyunca "ev" diyeceğimiz yere, bizi slovenyalı bir bayan bekliyordu. tipini ancak şöyle tarif edebilirim; resmen Monster filmindeki Charlize Theron!
Sohbet edilemiyor kendisiyle çünkü kulağında kulaklık sürekli laptuşundan müzik dinliyor! 30 yaşlarında hayattıyla bir şeyler yapamamış insan tipi, çözümü ülkesinden çıkıp yeni bir yerlerde yeni bir şeylere başlamakta aramış ama kanımca çok başarılı değil, kendini soyutlamış diğer insanlardan, neyse bu kadar psikolojik analiz yeter kanımca

İlk gün Türk apaçisinden hallice biri geldi eve, kendisi buradaki organizasyon için gönüllü çalışan bir İtalyan genciymiş, geldi hemen oo 2 turca diye resmen üstümüze atlayacaktı, kendini facebooktan eklettikten sonra, akşam geri geleceğim dedi ve gitmeden de yanımızda türkçeye çevrilince şu anlamı verecek bişiler söyledi "olmmm 2 Türk kızı gelmiş akşama bişiler ayarlayın layn", (şunu belirtmem gerekirdi bunlar biraz abartı yorumlar sonradan bu italyan kardeşimizin sadece samimiyeti fazla sevmesinden kaynaklandığını ve kötü bir niyeti olmadığını anladım)
Akşam oldu bunlar cümbür cemaat geldiler yorgun olduğumuz için çıkmak istemedik biraz bozulsalarda bir şey demediler çıkıp gittiler.
İkinci gün oldu sabah bizi alıp Legambiente'nin koruduğu orman ve sahile gittik çöp topladık (max. 10 dk) sonra güneşlendik denize girdik (ve ben gene içimden organizasyonun olmadığı bir alanda(sivil toplum) nasıl olur da çalışmak isterim gibi iç konuşmalar yaptım, dünyanın haline küfrettim vs vs) Monster gene monsterlığını gösterdi kulağında kulaklık gitti saatlerce denizi seyretti, otobüse binme yolunda köpeklere (sanırım bu hayatta sevdiği az sayıda şeylerden biri) kötü davranan insanları nasıl öldürmek istediğinden bahsetti. Yalnız bu otobüse binme yolu gündüz vakti olmasına rağmen pek de tekin değildi, zira "prostitute" tabir ettiğimiz insanlar yol kenarlarında bekliyorlardı, güneş tepede olmasına rağmen!! Neyse başımıza bir şey gelmeden ulaştık otobüse ve döndük şehre bir daha da yürümedik o yoldan!


Bu aktivite dışında bir gün köpek barınağına gidio köpek gezdirdik, itiraf etmeliyim ki Türkiye'deki barınaklara 5 basar! Annemin adında bir Rottweiler vardı ve acayip tembeldi, eğer bir kere yere yatarsa kalkmıyor ve insanların tekrar onu taşıması gerekiyor kafesine =)



Bu iki aktivite dışında Legambiente'ye ait olan bir bahçeCİK var, domates patlıcan yetiştirdikleri, yalnız bu vatandaşlar semizotu ve naneden bihaberler! Yolup getirdiğimizde bunlar ne, bizim orada mı yetişiyor yenir mi ki bunlar dediler! mis gibi sarımsaklı yoğurdumuzla afiyetle yedik semizotunu şaştı-kaldılar =) Adanalılığımda vermiş olduğu bir kudretle çapayı bir sallamışım, Serroşla 2 saatte adam ettik orayı ve çok da eğlendik toprakla uğraşmak cidden iyi geliyormuş insana..


* Bu birayı tavsiye ederim gittiğinizde>>>

 hem ucuz hem tadı efes'i andırıyor!

* ....ve tarihin ilk Starbucks'ını da görmüş oldum =]

20 Eylül 2010 Pazartesi

bella italia!- Angri

evet italya yazılarıma devam ediyorum izninizle bayanlar baylar ve diğerleri
Ülkemin sınırları dışında bile Murphy'nin kızı olma özelliğimi koruduğumu belirtmek isterim, şöyleki;
ilk kamp yerimiz olan Angri'ye iki günlük Roma gezimizden sonra ulaştık (ulaşmasına da ritardo (bkz. önceki girişim) canımızı okudu neyseki italyanlar baya yardımsever ve halden de anlıyorlar yırttık bir kez daha) ilk gün yağmur yağdığı için yangın gözleme işimizi yapamadık, Salerno ve Cava isimli iki güzel şehri gezdik. Akşam döndük yattık gecenin bir vakti kapı vurulmaya başladı (ve şu ayrıntıları da belirtmeliyim ki 4 pencere ve kapımız demir sactan yapılmış o yüzden dışarısını görmemiz mümkün değil!) gecenin 3ünde tabi parantez içinde belirttiğim durumdan dolayı dışarıyı göremiyoruz ve kaç kişi olduğunu kestiremiyoruz. Yanımızdaki tek erkek olan Sebastiano "noluyor ne yapıyorsunuz?!" gibisinden bağırdı ve küfürlü yanıtlar aldı neyse sarhoşlar herhalde dedik yatmaya devam ettik ama lamp liderlerimiz carabinieri (italyan polislerinin bir kolu)'yi aradılar tamam geliyoruz dediler ama tık yok!
neyse sabaha karşı bu sefer taş/kayalar atmaya başladılar evin çatısına ve kapısına haliyle kiremitler dökülmeye ve kapıda kayaların izleri çıkmaya başladı. Gene aradık polisi gelmemişlerdi çünkü geceden beri, gene tamam geliyoruz dediler tabi yetmedi o bölgenin korucusunu da aradık bu sefer. Neyse o gelince dışarı çıkabildik, 3 kişi vardı onların üstüne gidince biz bir şey bilmiyoruz görmedik diyip kaçtılar ve aşağıda yakalandılar sorgulanmak üzere götürdüler polis merkezine orada da inkar etmişler ama aynı üç kişiyi önceki gece döndüğümüzde de görmüştük. Yani başkalarının olma olasılığı yoktu. Zaten aralarından birinin kuzey avrupa ülkelerine giriş yapması yasak uyuşturucudan dolayı ve ailesi de reddetmiş kendisini vs vs. sonradan serbest bırakıldılar ama genede bu italyan yerel gazetelerine çıkmamıza engel olmadı, özellikle carabinierinin bu ihmalkarlığı çok yazıldı çizildi. Saldırıdan sonraki gece Legambiente'nin başındaki pek çok insan bizi görmeye geldiler ve kampı taşımamız gerektiğini onların sorumluluğunda olduğumuzu belirttiler, neyse gittik 5*'lı kampımız başladı sıcak su elektrik ve şehir hayatıyla =)
zaten şen şakrak geçti sonrasında saldırganın adının Felipe olduğunu öğrendikten sonra onun üstünden yüzlerce espri yapıldı ama o gece ve sabah gerçekten panic room havasındaydık, içerisi güvenli ama dışarıya da çıkamıyoruz!
WWF'in kampına gittik bir gün ve dağ yürüyüşü yaptık tabi bu yürüyüşü güneş altında 4.5 saat Pompei'yi gezdikten sonra yaptık ve o gün hayatımın yürüyüşünü yapmış bulundum tahmin edebileceğiniz gibi!
Bir gün de Furore adında bir legambientenin başka bir kampına ziyarette bulunduk aslında dağda bisiklet kullanmanın püf noktalarını öğreneceğimizi düşünürken bize sadece zeytin domates doğratıp un helvası yaptırdılar =) haliç şekilde bir yerdi ve direk yükselip uzanan dağlara tırmandık gene, manzara muhteşemdi! Su gücüyle çalışan bir değirmenden kağıt üretiliyormuş önceden orada, ama kış aylarında suların çok gür akmasından mütebelli kamp kurulamıyormuş orada!
İkinci kamp yerinde yaşadıklarımı da en kısa zamanda yazıya geçireceğim.

15 Eylül 2010 Çarşamba

mammamia

Uzun zaman sonra tekrar merhaba!
32 günlük yorucu olduğu kadar eğlenceli ve birazda çevre adına yararlı bir İtalya gezim oldu, tahmin edersiniz ki malzeme patlaması yaşıyorum = ) kendimce bir sistem geliştirdim ilk başta gün gün not aldığım anahtar kelimelerden yola çıkarak gözlemlerimi aktaracağım, sonraki yazılarda ise kısa kısa anılarımdan bahsedeceğim. Bu bloğu ingilizcede yazmaya çalışacağım bakalım becerebilecek miyim.
Büyük bir klişe olan İtalya - Türkiye benzerliği gerçek arkadaşlar! Ama şunu da belirtmek gerekir ki kuzey ve güney İtalya çok farklı(mış) güney insanı daha sıcak sevecen kuzey insanı ise daha soğuk mesafeli ve düzenli (imiş) ve benim de güney taraflarına gittiğim hesaba katılırsa Türkiye ile benzerliğini farketmem kolay oldu = ]
neyse uzatmadan anahtar kelimelerime başlıyorum

Popo yıkama yeri: evet türk aklını (ya da kim düşünüp icat ettiyse) seveyim
taharet musluğunu düşünüp koymuşlar tuvaletin içine, ama zavallı İtalyanlar
bunu için ayrı bir yer kullanıp yerden tasaruf edemiyorlar, öncesinde ayak yıkama yeri sandığımı itiraf etmeliyim ve italyan titizliğine hasta olmuştum ama meğer durum farklıymış = )









Yoğurt: şekersiz yoğurt bulmak imkansız gibi bir şey, yoğurdu elime her aldığımda
tanrım nolur üstünde zucchero yazmasın diye yalvardım resmen ama nafile!

Sweet breakfast: İtalyanın sevgili vatandaşları kahvaltıda sadece tatlı şeyler yiyorlar efenim, neymiş uyandıklarında inanılmaz bir tatlı krizine giriyorlar, tuzlu yerlerse mideleri bunalıyor peyniri yemeklerden sonra
yiyorlar ( ya da öncesinde kırmızı şarapla )





Ellerle konuşma:Bizden beterler! özellikle ilk resimdeki parmak uçlarını birleştirip bilekten sallama hareketi ve dua eder gibi elleri birleştirme hareketi ve sallama hareketi çok yapılıyor.
Kaşları yollumuş & anne kuzusu İtalyan erkekleri : ve tabiki dar kotları da unutmamak gerek! moda takiplerine saygı duyuyorum ama bence acayip gay görünüyorlar bildiğin ince şekilli kaş! ve bu bir iki değil 15 -35 yaş arası erkeklerin %90ı böyle. 30 - 35 yaşlarına kadar aileyle yaşamak da çok popüler ve İtalyan anneleri özellikle erkek çocukları üstüne çok titriyor günde 3 4 kez (ortalama) arıyorlar cepten.

Anason çılgınlığı: Her şeyin içine koymaya bayılıyorlar, hatta içkisini yapmışlar çakma rakı olmuş, etin içinde tadı berbat asla tavsiye etmem!

Gelato: (dondurma) zuppa inglese (ingiliz çorbası) biberli çikolatalı, popcornlu, nutella ve fındık... fazla söze gerek yok bence!

Siesta:tam 3 saat boyunca hayat duruyor, (13-16) ve işleri için yaşamayan İtalyanlar evlerine dinlenmeye çekiliyorlar, tabi bunda kahvaltıda tabiri caizse 'kuş' kadar yemelerinin de payı var, aradaki açığı kapatmak adına öğlen yemeklerini abartılı yiyorlar tabi sindirmeleri güç oluyor!

Uğur: Kırmızı biber, metalci işareti ( \m/) ve kamburu çıkmış elinde şemsiye tutan bir adam bizim nazar boncuğunun işlevini görüyor.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

temmuz biterken..

Bir ayın daha sonuna geliyoruz vaov! Sevdiğim pek çok insanın doğum gününün olması (tabi tam ortasında benimkinin olması =P ) yaz tatili olması deniz kum güneş havuz eğlence Side gibi anahtar kelimeler bu ayı sevmeme yetiyor da artıyor bile! 
2010 senesinin temmuzu ise benim için ayrı bir güzeldi, 'yaşanmış saatler' kabul ettiğim iki konsere katıldım; 19 temmuz Seal & 22 temmuz Cranberries!!!!
Seal konseri İKSV'nin 17 senedir düzenlediği uluslararası caz festivali kapsamında gerçekleşti, bloğumu takip edenler bu organizasyonda çalıştığımı bilirler, neyse gene giyindik siyah pantolonumuzu gittik Cemil Topuzlu Sahnesine. Bu sefer sponsor matraş'tı ama çoğu arkadaşımın Matraş'ı boya markası sanmasına yetecek kadar garip bir tişört geçirdik üstümüze. Neyse 3 sefer yerimin değişmesi sonucunda bir yere yerleştirildim ve başladık beklemeye tahmin ettiğimiz gibi çoğu insan son 15 dakika içinde geldi, ışıklar söndükten sonra gelenler ise gene panik halindelerdi ve hınçlarını bizden çıkardılar=] 
Saat 21.10 oldu ve Seal çıktı sahneye! Bir anda ortamın atmosferi değişti onun kadife gibi sesi kulaklarımızı doldurmaya başladığında, adama boşuna aşkın mimarı dememişler!sözlerin güzelliğine bakar mısınız:
Baby,
I compare you to a kiss from a rose on the gray.
Ooh, the more I get of you
The stranger it feels, yeah
Now that your rose is in bloom.
A light hits the gloom on the gray,
I've been kissed by a rose on the gray,
I've been kissed by a rose

mükemmel ses mükemmel yorum ve seyircilerle inanılmaz bir uyum. 6 Commitment adındaki eylülde piyasaya çıkacak yeni albümünden parçalar da seslendirdi, sonra en öndeki seyircilerden birine commitment'ın türkçesini sordu kadın 'taahhüt' demesin mi =) hani bağlılık falan der insan zaten dinleyicilerin çoğu kadının cevabından sonra 'oaahhaaa' gibi homurtular çıkardılar, ama sevgili Seal'ciim demekki 'altı tahüüt' diyebildi tabi herkes hemen alkışladı gururumuz okşandı =] amazing, love's divine gibi parçalar ışık oyunları ve arkadaki ekrandaki ilginç görüntülerle bütünleşti ve muhteşem bir müzik ziyafeti yaşattı bize! Bu sempatisi Heidi Klum gibi hatunu kafeslemiş ;]


Ve 22 temmuz akşamı the cranberries! kapılar 20de açıldı bizde onlarca metrelik kuyrukta girdik sıraya 3 4 kez dönüş yaparak sonunda girdik, gerçi sırada duruşumuz da baya eğlenceliydi Yunus'la önümüzdekilerin gay olup olmadıkları konusunda baya eğlenceli bir tartışmaya girdik =] ama sonunda birbirlerine bakışlarından, aynı bilekliği takmalarından, alınmış kaşlardan vs vs ikisininde gay oldukları sonucuna vardık. Girdik içeri tabi hevesli bir şekilde 35 40 dakika sıra beklemenin verdiği şevk ile önlere doğru gitmeye çalıştık, susadık ve akıllı bıdık ben ikimizide de pantolon giydirmiştim sonradan üşümeyelim diye ama hava 30 derece ve nem %90'nın üstünde olunca üstümüze yapıştı tabi pantolonlar =] el mecbur 33'lük biraya 10 tl verdik =O neyse gene hevesle ön taraflardaki yerimize gitmeye çalıştık ama terden bunaldık, çıkan ön grubu da tanımıyorduk nakarat yerlerinin 3. gelişinde ancak dahil olabildik şarkıya =]
çıkan dans grubunu da tam izleyemedik bu arada saat 22'ye geliyordu ve 2.5 saattir insanların arasında mal gibi ayakta dikilmekten sırılsıklam ter olduk ve yorulduk gittik arkaya oh dedik dünya varmış hem 3 ekranla desteklenen sahne tam karşımızda hem yere oturabiliyoruz hem püfür esiyor dedik çökelim şuraya. ... ve sonra Dolores'in güçlü sesini duyduk, analyze ile başladı konser, animal instict, imagination.... derken birden çoşturdu bizleri, o robotik danslar ve yerinde duramayan kıpır kıpır kadın ve o yaşa rağmen=] gelmeden önce İstanbul'un iki kıtaya yayılmış olan tek şehir olduğunu da öğrenmiş Dolores takdirimi kazandı =] sesi hakkında yorum yapmak zaten haddim değil tek kelimeyle kusursuzdu!
gerizekalı servis saatlerimiz dolayısıyla sonuna kadar alamadık ama sevgilimden İrlanda'da the cranberries konserine gitme sözü kopardım ;]

29 Temmuz 2010 Perşembe

değişen diyaloglar..

1-2 yaş grubu
bebek: yaauu guu fııııı
5-8 yaş grubu
kız: hadi şimdi barbie'ye makyaj yapalım sonra şu kırmızı botları giydirelim, biraz sonra power-rangers başlayacak yuhuuuu go go power rangers dant dant da da daaaant, beeen sarı rangerssss ciuvvv ben değişebiliyomm!!!
9-10
çocuk>ergen: pokemonnnn, pika pika pikaçuuu, hadi taso oynamaya gidelim sonrada mahallenin erkeklerini döver çocukların iplerine gireriz nihahahah (sadizm tavan yapmıştır, xy kromozomlu arkadaşlara hoşlanma belirtisini döverek gösteren faşizan kızlar...)
10-14 yaş grubu
ergen(?): çok şeysin ama şeycim ( =/ ) ayrıca o ayakkabıdan annemde de var çok salak görünüyorsaann!ahh örtmenimm saçımı çekti buu!
Öörtemen: kızım anaokul mu burası, ortaokula geldiniz ama bakın cık cık cık
15-17 yaş grubu
(mynet sohbet odaları, mirc, icq devri başlamıştır)
genç kız: of bu lisede bi bitmiyor abi, artık şu öss (i.e. ygs & lys) bi bitse de atsak kapağı üniversiteye rahat etsek (evet şimdi bu zihniyeti kınıyorum) akşam Vahşi Güzel var acaba Milagros itiraf edecek mi, Ivo ne tepki verecek ay çok heyecanlı. Şu mirc m.gat odası da baya kalabalıklaştı öğrenen geldi öğrenen geldi bu ne yeaa
Baloda ne giyeceğim ben şimdi of buradan abiye bakılmaz ki direk yaşlı kadın kıyafetleri en iyisi Antalya'ya bakalım
Şu çocuk da benden hoşlanıyor mu anlamadım ki, arkadaşlarına mı gösteriş yapıyor sıkıldım valla şu karışık elektrikten (BBG türevi programlardan kapılan jargondur, sanırsın 100000 voltluk hatlar dolanıyor evin içinde)
Annem bana şunu dedi, babam bana çıkma dedi, beni anlamıyorlar, isteklerime hiç saygıları yok bir gitsem de kurtulsam(klasik tripler=] ) hayat çok b*ktan, hadi nargile-çay-okey atak ırmak kenarında (M.gat gençliğinin favori mekanlarından)
18-22 yaş
Üni. genci (yetişkin ? ): ek$i, facebook, myspace, tweet vs vs keşfedilmiştir devir değişmiştir,
of geçen gün izledim face'den koptum resmen, 'ay şimdi altıma yapcam' modundaydım, ağzım falan ağrıdı. (mod, falani filan, yani, yarıldım, koptum top20 kelimeleri)
(hoca dedikoduları,yeni çıkan filmlerin eleştirileri, kitap tavsiyeleri, globalleşme, küresel ısınma karşısında duruş gösterme çabaları sohbetlerin temel direkleri olmakla birlikte) her şey çok sıkıcı, hayatın zillesini yedim bundandır bu biraları devirişim, zaten eski ilişkilerimde de hep incinen taraf oldum, ben fedakarlık yaptım (moduna (!) girilir şimdiye kadar tersiyle karşılaşmadım =] )

Yukarıyı biraz özensiz yazdım çünkü gelmek istediğim asıl noktalar şunlar:

*nedense kendi yaşadığımız olaylardan çok youtube videolarını anlatıyoruz, başka insanların bambaşka yerlerdeki eğlencelerine gülüyoruz, bizim de bunları yapma şansımız varken. hayatı ıskalıyor muyuz?Tek tip bir kültürle yetiştiğimizin farkında mıyız? Tamam kendimizi geliştirmek için alternatiflerimiz çoğaldı ama genede bunlarda zamanla "mainstream"e dönüşmüyorlar mı?

*ama genede çocukluğunu yaşayabilen son nesil olduğumuzu düşünüyorum. WoW, CS, Sims gibi oyunlarla kız-erkek demeden  5-14 yaş grubunu bilgisayar başına kitledik, ki bu ebeveynlerinde işine geldi sanırım

*ve en önemlisi diyaloglarımız sıradanlaşmıyor mu? Bizim neslimizi 68 ile karşılaştırmak yanlış belki ama düşünmeden de edemiyorum. Bir hocamız sizin nesliniz soru sormayı bilmiyor, hatta bilmemeyi bırak soru sormuyor merak etmiyor, sadece kendine odaklı gününü gün etmek istiyor, anahtar kelimesi 'eğlenmek'. Öncekilerin bence 'düşünmek' ve 'sorgulamak'tı. Oysa biz "günü kurtardık"ımızda çok da önemsemiyoruz dün ve yarını.
Ben mesela bir toplumsal ve siyasal bilimler öğrencisi olarak çevremde politika, dünyanın gidişi, güncel konular vs hakkında konuşmak için çok insan bulamıyorum bu da bizim bölümün güncel/uygulanabilir yönünü törpülüyor diye düşünüyorum. Zamanla bende sıradan sohbetlerle günümü geçiriyorum benimde kolayıma gidiyor sanırım kendimi zorlamamak, o yüzden Londra'da geçen son 3 haftamı özlüyorum. Peggy adında Çin'li bir arkadaşımla bu konuları baya konuşuyorduk, tabi kültür farklılıklarımız hakkında da konuşmaya bayılıyordum. Sonra Robin vardı mesela Hollandalı arkadaşım MUN'lere katılması neticesinde de dünya meseleleri hakkında değişik bakış açılarına sahipti ve onunla sohbetlerimiz de bana çok şey kattı. Kendi üniversitemde de belki biraz uğraşsam böyle bir ortam yakalayabilirdim ama sanırım laptuş arkasındaki rahat yerimi bırakmak istemedim ve tartışarak değil okuyarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Film ve dizilerle kalan boş vakitlerimi doldurdum.Ve asıl üniversite eğitiminin fakültelerde değil o fakülteler arasındaki çimenlerde olduğunu unuttum...
Kim bilir bu belki artık son sınıfa gelmiş bir öğrencinin pişmanlıklarının itirafıdır, genede üniversitemin sağladığı olanakları kesinlikle yadsıyamam, orijinal bir eğitim anlayışları var her ne kadar burayı yazarken bundan haberim olmasa da =]
biraz uzun oldu sanırım umarım sonuna kadar dayanıp okumuşsunuzdur ;]
kalın sağlıcakla

27 Temmuz 2010 Salı

Adanalı'yık

Adanalıyık, Allah'ın adamıyık
Bici yerik, Şalgam içerik

İtiraf edeyim uzun yıllar, doğduğun yer memleketindir diyerek Antalyalı'yım dedim ama bu Adana hayranı hard-core Adanalı kuzenimi tanıyınca bitti, "nasıl olur kız baban Adanalı, kütüğün Adana'da" sözleri başta beni etkilememişti, ama şimdi size uzun yıllar sonra Adana'ya ilk gidişimi yazdığım blog girdisini yazacağım nasıl etkilendiğimi anlayacaksınız =)

Memleketime gelmişken yazayım dedim.(bak bak bak nasıl iki günde benimsemişim)daha yayladan döneli 15 dakika oldu ve fark çok çabuk hissediliyor.çok güzel bir serinlik var orada ve tertemiz bir hava!!!ve tabiki yengemin mükemmel yemekleri de cabası!(Adana ile ilgili beni cezbeden en önemli şeylerden biri) dün içli köfte nasıl yapılırmış gördüm ve gerçekten zormuş yakında fotograflarını eklerim.Adana Ortadoğu'nun en büyük camisinin olduğu yer ve caminin adı Sabancı Merkez Cami.Adından belli olduğu gibi Sabancı Baba bir güzellik yapmış gene Adana'nın çoğunluğunda yaptığı gibi.Hayat suyun kaynağına yani Şeker Pınarı'na gittik mükemml bir su gerçekten insanı doyuruyor resmen.
mangal başında kül içinde kalıp yaptığım kebabın tadını daunutmayacağım!!!buraya her geldiğimde yapacağım dediğim şeyi gene yapmadım sadece 2 kez kebap yedim umarım yarın fırsatım olur!ve sadece bir kez bici yedim(bilmeyenler için not:)su ve nişastanın karıştırılıp küpküp kesilmesi tabanı oluşturuyor üstüne kıyılmış buz kırmızı şerbet pubra şekeri muz isteğe göre dondurma ve gül suyu konularak servis edilen eşsiz adana tatlısı)

İşte böyleydi ilk maceram sonrasında her zaman Adanalı'yım dedim gururla...
Adana'ya gittiğimde günlük programımız nerede ne yenileceğine bağlı olarak şekillenir, şöyleki;
şimcik sabahley kalkar kahvaltıyı ederik oradan çıkar bizim kafeye gider takılırız oradan G. kebapçısına giderik yakınında baraj gölü var oraya gider otururuk bici bici yerik, eve dönerik yemeğe başlarık ne yapsak ki (bir önceki günün akşamında konuşulduğunu anlamışsınızdır sanırım =] )
Sonra tabi Adanaca vardır ki anlamak gerçekten tarihsel bir background gerektirir =]
ÇİMMEK : Yıkanmak, Yüzmek ( Kanala gidek çimek )
KÜNCÜ : Susam ( Benim pidenin küncüsü bol olsun emmi )
ZİBİL : Çok (Dün Zibil gibi Balık Tuttum)
GILLİK : Küçük
KELE, GALAN, TAMAN : (Cümlelerin sonuna gelir, nereye koyarsan koy uyar ) Dur kele, gel galan gibi :)
ZAAR: Galiba
ZORSUNMAK: Üşenmek
DULDA: Kuytu
ELBİZ: Örümcek Ağı
ÇEMİRLEMEK: Kıvırmak, Sıyırmak (Paçaları Çemirle haa)
BAAM: Bakalım (Dur baam düşünürük)
DÜNEYN: Dün (Düneyn caddede kaza oldu laa)
BÖON: Bugün
ÖTAAÇE: Öbür Taraf
ÖTÜYÜZ: Öbür Yüz (Yan taraf)
KIZINMAK: Isınmak
KIZDIRMAK: Isıtmak
CÜLÜK: Civciv
PÜSÜK: Kedi
NAYLON: Traktör Römorku
MUŞAMBA: Poşet
HELKE: Kova
DEPME: Bidon
TUMDURMAK: Batırmak (La balık mantarı tumdurdu haa :) )
CINCIK : Cam
DİNELMEK: Ayakta durmak
HEMİ: Değil mi?
BALCAN: Patlıcan
ABBOVV : Amann, Hadi bee, Hadi yaa
AŞORTMEN : Eşofman
ÇUL: Kilim, Hasır
CIBARTMAK: Birinin çıplak yerine vurunca orayı kızartmak
FICITMAK: Fırlatmak
GULLE: Misket, bilye
CILIK: Çürük
CİBİLİYET: Gelmiş, Geçmiş
DÖŞ: Göğüs
BAAR: Gırtlak (Sıcaktan Baarım yandı laaa :)
ESSAH: Sahi

Tabi kaynağımı da belirtmeliyim facebook'taki

ADANA BİR ÜLKEDİR, DİLİ ADANACADIR, ADANALI OLMAK AYRICALIKTIR... 

grubunun derlediği bir sözlüktü emeği geçenleri tebrik eder saygılarımı sunarım uy gurban olduklarım =]

P.S. : bu dave matthews ne müthiş bir sesmiş yahu, House dizisi saolsun keşfettim kendisini


16 Temmuz 2010 Cuma

Doğum günü çocuğu(!) olmak...

merhabalar,
41 pare top atışı, boğazın ışıklarının OYAAAA şeklinde yanıp sönmesi, Devlet filarmoni orkestrasının benim şerefime vereceği konser öncesindeki kalan boş vaktimde biraz bişiler tıklattırayım (internet ortamında çiziktireyim olmuyor maalesef =P ) dedim ve başlıyorum.
Bilenler bilir ben sakarlığımla ün salmış bir homo sapiensim, hatta belki kas gelişim evremin primitive aşamasında da olabilirim diye bir teorim var!O kadar umutsuz durum yani!
Evren de bana bu özelliğimi hatırlatmak istercesine sakarlık/şansızlık sinsilesini üstüme salmak için doğum günüm ve ondan önceki 3-4 gün öncesini seçiyor! bir kaç örnek vermek gerekirse;
*yıl 2007 tarih 16 temmuz, bir grup arkadaşımla beraber adını vermek istemediğim bir su parkına gittik ki bunu aylar öncesinden planlamıştım! Bir iki kaydıktan sonra arkadaşım Ali CAn'ın gazıyla kamikaze adında normal bir insanı sakatlayıp beni öldürebilecek bir su kayağına çıktım, "aman ne olacak yeaaa" ifadesini yüzüme yerleştirmiş biraz sonra başıma geleceklerden habersiz bekliyordum 30 m. yukarda. eğim neredeyse 90 derece ve insanların çok hızlanıp boru bitişinde dışarıya fırlamalarını ve yakındaki barın çatısına tünemelerini önlemek üzere son 2 metresini düz bir şekilde yapmışlar bu kamikaze adlı mereti. Ayrıca şu da önemli bir ayrıntı ki, ayakalar çarpraz kollar kafanın üstünde kenetlenmiş bir şekilde kaymam gerekiyor(du). Neyse kaydım güzel güzel ve son 2 m.nin düz olduğunu algılayamayıp ellerimi ve ayaklarımı çözdüm. Çözmemle yana doğru savrulup baş göz gibi bilimum organlarımı boruya çarpmam bir oldu! çıktım havuzdan ama bir gariplik olduğunu sezinledim, Ali Can'a ne oldu bana diye sorduğumda aldığım cevap dehşetengizdi, "Oya sakın hiç bir aynaya bakma sana buz bulmaya gidiyoruz" ne oldu yea dememe kalmadan koca bir buz kitlesini alnım/gözüme yapıştırmışlardı, tabi 20'lik dişini aldırmaktan dolayı tecrübe kazanmış olan ben, sürekli buzu tutmanın oradaki hücreleri öldüreceğini biliyordum ama gel gör ki şişlikte artmaya devam ediyordu ben buzu çektikçe. Neyse bir 10 dakika içinde tüm arkadaşlarım başıma toplanmış ben ise onları "gidin eğlenin"ler eşliğinde kovmaya çalışıyordum. Tabi sıkıldım ben öyle durmaktan, dolaşıp duruyordum ki raftingçi amca "noldu sana?" diye sormak gafletinde bulundu, bende gayet ciddi bir ses tonuyla (aslında bunun işe yarayacağından da şüphe ederek) "size dava açacağım bakın doğum günümde ne hale geldim?!!hede hödö" diye saydırdım adam çeneme dayanamayıp bedava rafting yapmama izin verdi, tabi bende arkamdaki oturağa o zaman daha tıp 1. sınıfta okuyan Ezgişimi oturttum "Oya daha be bişi bilmiyorum 1. sınıf yeni bitti valla bak" demesine aldırmadan =] neyse sapasağlam yaptık raftingimizi yapay dalgalar eşliğinde debelene debelene. Ama gözüm daha da şişmiş ve morarmıştı.
Gene adını vermek istemediğim bizim otelin anlaşması olduğu hastaneye gittim, ve göz dr.nun sadece 12.30-13.30 arası klinikte görev yaptığını öğrendim, korkunç gözümü göstermem de bir işe yaramadı bende kendi göz doktoruma gittim. Tabi önce küçük bir şok geçirdi kadın ve Oya çarptığında gözün açıkmış şoktan göz bebeğin sabitlenmiş ışığı algılamıyor ama geçer geçer morluklarda 3 hafta içinde tamamen gitmiş olur dedi!saolsun! ben de bari pansuman yapın da akşam Side'ye gideceğiz arkadaşlarla turistleri korkutmayayım dedim ama kabul etmedi pansuman yaparsam daha çok şişer hava alması gerekiyor dedi =(
tabi annem babamın daha hiç bir şeyden haberi yoktu, eve gidince onlarda kısa süreli bir şok atlattı, babam birinin bana yumruk attığı konusunda baya iddialıydı ama sonunda ikna edebildim =)
*yıl 2005, doğum günümden 4 gün önce motor kazası geçirdim ve tabi doğumgünümde de denize/havuza giremedim ama akşam Side'de eğlenmeye gittik şıpıdık terliklerimle (ayağımda yara içindeydi) club görevlilerinin garip/onaylamaz bakışlarına maruz kalsam da (bugün doğum günüm arkamdaki 20 kişi de benim için geldi demem yetti sanırım =P ) bkz yandaki resimde sol bacağım >
*yıl 2004 doğum gününden önceki gece Sertap Erener konserine gitmiştik ve Hatice'de bizde kaldı onu görüp kıskanan psikopat kedim bana saldırdı ve resmen tırmalamanın ötesinde delik deşik etti kolumu baya acılıydı.
*yıl 2003 doğum günü pastamı hemen yemenin heyecanıyla üstündeki maytapları hemen aldım ve tahmin edilebileceği üzere ellerim su topladı. Doğum günümün geri kalanını elim buz dolu bir fincan içinde geçirdim.
*yıl 200x tam tarihi hatırlamıyorum regl olmuştum ve üstünde güzel bir elbise vardı doğum günüm için aldığım. beni havuza attılar o halde pasta kestikten sonra ve elbisem klor ve asitten dolayı delik deşik ve beyaz lekeli oldu bir daha da giyemedim =(
ve burkulan ayak/kolları saymak istemiyorum önemsiz kaldığını sizde takdir edersiniz =]
Bu sene de temmuz ortasında şakır şakır yapmur yağmasıyla başladı ama şimdilik başka bişi yok =]

15 Temmuz 2010 Perşembe

İstanbul Enstanteneleri

Hiyaa,
neredeyse 15 gündür İst'dayım, iksv 17. uluslararası caz festivali kapsamında hosteslik yapıyorum ( daha doğrusu bir kez 7 temmuzdaki Chick Corea konserinde çalıştım, Metin Uca'dan adını bilmediğim ünlü bir çok manken gördüm ) bir çok insan yerini sordu tabi müziğin türü caz olunca dinleyen insanların "sınıfı" da yüksek oluyor azizim =) kibar kibar sosyetik insanlar, teşekkürler, lütfenler havada uçuşuyor bende zevkle yerlerine kadar iştirak ediyor, iyi seyir ve dinletiler diliyorum böyle mükemmel bir diyaloğumuz var, ama aksilikler de yaşanmıyor değil, bir yabancıyla Türkçe, bir Türkle de İngilizce konuştum gayet saf bir şekilde, sonra European Jazz Club'ı soran bir kadına bir türlü cevap veremeyince üst düzeyden bir iksv görevlisi yanımıza gelip yardımcı oldu saolsun, ama o da çok kibardı ve "aman canım nereden bilecektin ki boşver" dedi=) merdivenlere oturan birini kaldıramadım bir türlü ama bunu da diğer görevliler halledebildi =)
bu akşam ikinci konserimde görevliyim hayran olduğum pianist Kerem Görsev açılışı yapacak heyecanlıyım!
Bu arada şu meşhur Ejderha Dövmeli Kıza başladım gerçekten sürükleyici, bitirince fikirlerimi beyan ederim.
Bu arada İstanbul Modern'de Murat Germen'in fotoğraf sergisi var "Yol" temalı güzeldi baya özellikle ortada 3 m. x 30 cm platform üstündeki Orient Express ve second life karakterleri baya hoş olmuş.
Body Worlds sergisi de ayrı bir şeydi artık göreceğim hiç bir sergi beni şaşırtamayacak bence, 1-1 boyutlarında zürafa ve at vardı ya! 3 yılda tamamlanmış Plastination tekniği kullanarak gerçekten dehşet içinde bırakıyor!! Obez ve normal kilodaki bir insanın yandan vücut kesitleri var ki gerçekten çok değişik resmen adamın kafa derisinin altında bile yağ tabakası var ıyk!
böyle işte şimdilik bu kadar
kalın sağlıcakla..

30 Haziran 2010 Çarşamba

melez, half breed, hybrid, métis/se, Mischling, υβρίδιο, гибридный , híbrido

Eveet, bugün belkide çoğunuzun merak ettiği bir konuda yazacağım; Melez Olmak!
Yeterince bilinçlenene kadar, neden yaşıtlarım bir dil konuşurken benim iki dili akıcı bir şekilde konuşmam bana garip gelmiyordu. Çoğu zaman annemin Alman olduğunu belirtme ihtiyacı bile hissetmiyordum normal geliyordu çünkü =) Ama bu durum ilkokula başladıktan sonra tamamen değişti. Hatta öyle bir hal aldı ki bu farklılığım beni rahatsız etmeye başladı. Manavgat gibi taşra bir memlekette yaşamamın bunda katkısı tabiki büyük değişik olmak hem kıskanılıyor hemde istenmiyordu. Şu anımı hiç unutmam, 3. ya da 4. sınıftaydım, ünite ünite dergiler gelirdi onlar üzerinden işlerdik dersleri. Bunların türkçe, tarih, matematik gibi bölümleri vardı. Tabi canım Türkiyem'in ilkokul çocuklarının beynini yıkayan milliyetçi tarih anlayışı bu dergilere de gayet güzel yansıtılmıştı, biz Türkler ki Orta Asya'dan gücümüze güç katarak önümüze milyonları katıp hiçbir millete boyun eğmemişizdir, ama diğerleri yok mu diğerleri, tu kaka onlar, bizim kendimizden başka dostumuz yok bu böyle biline ha bi de her Türk asker doğar vs vs vs... (milli güvenlik dersine hiç girmek istemiyorum, neyseki kırmızı kitaptaki, iç ve dış tehdit unsurları konusunda düzenlemeye gidiliyor ki bu da büyük bir adımdır kanımca) Bu bana öyle garip gelmiştir ki, eskiden tümden gelim yöntemiyle fişlerden okuma yazmayı öğrenirdik, "Ben Türk'üm" cümlesini okuyup yazmamızı istemişti hocamız, bende parmak kaldırıp "Ama öğretmenim ben Türk değilim ki..." deme cüretinde bile bulunmuşum, neyseki ilkokul hocam (buradan sevgiyle anıyorum kendisini Mustafa Hocam) pamuk gibi bir adamdı ve "tabi kızım istemezsen/değilsen yazma" demiştir.(bu anekdotu yıllar sonra bana onu ziyarete gittiğimde kendisi anlatmıştır)Neyse dergi konusuna dönersem, Tarih kısmında şöyle bir ifade geçiyordu, "Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı'nda Almanlarla işbirliği yapmıştır anlaşmalar çerçevesinde ama onlar savaş sonunda yenildileri için biz de yenik sayılmışızdır." işte bunu okuduktan sonra (diğer milliyetçi söylemleri belirtmeme gerek yok sanırım) sınıftan bir kaç arkadaşım(!) hep sizin yüzünüzden oldu diye üstüme geldiler, eve kadar ağlamadım. Eve geldiğimde ise dergiyi anne-babamın suratına fırlatarak odama gidip ağlamıştım. Sonra gelip beni yatıştırmaya çalışmışlardı, o yaştaki çocukların bu farklılığı anlamadıklarını bunu takmamam gerektiğini ve gelecekte kendimi şanslı hissedeceğimi belirtmişlerdi. O zaman buna inanmasamda şimdi kesinlikle bu görüşteyim, tamam belki politikaya atılmak istesem bu önümde bir bariyer (objektif olamayacağım düşünülebilir- ablamın başına geldi İsviçre'nin en iyi üniv. St. Gallen'deki bölümünü sırf bu yüzden Business & Economics olarak değiştirdi)ama onun dışında özellikle çift pasaportlu olmam büyük avantaj sağlıyor bana (aslında AKEPE şükürler olsun ki Libya, Suriye gibi ülkelerle vize işini kaldırdı da bu konuda endişelenmeme gerek kalmadı =P )
ne bileyim iki kültürle yetişiyorsun resmen, o kadar çok farklılık hissediyorum ki, bir de baba tarafımın Adana'dan olduğu düşünülürse.
Annem sağlam bir Alman disiplini verdi onu da belirteyim, sınıf arkadaşlarım geç saatlere kadar ayakta kalabilirken bu benim için asla ama asla geçerli değil 9 oldu mu yatağa girmem gerekiyordu (+yarım saat kitap okumam için izin sonra ışığın sönmesi gerekirdi) neyseki lise yıllarımda bu saat 9.30 + yarım saat kitap okumaya döndü =) sonra şimdiki ders konusunda çalışkanlığımı (ya da beni kızdırmak isteyenlerin tabiriyle 'inekliğim', [ki asla kabullenmem sosyal kelebekliğim gözönüne alınırsa haklıyımda] ;] ) anneme borçluyum. Okumayı çoğu sınıf arkadaşımdan geç öğrendim. 1. sınıfın şubat tatilinde annemin saatlerce okutma çalışmaları sonucunda başarıya ulaştık =)
Tabi bir de melez olduğumu söylediğimde karşılaştığım klişe sorular(yorumlar var kiii;
-annenin adı neee??
- Conni
- A bildiğimiz koni gibi yani hihi, nasıl yazılıyor ki hehe
- :@
...
-hiç domuz eti yedin mii?!
...
-almanca konuşsanaaa,
-ne diim şimdi durduk yere?
-ya de işte bişiler amma nazlısın yoksa bilmiyor musaaaann?
-pff...('.')
-benim adım nasıl okunuyorrrr Almancadaaa?? =)
vs vs vs
Sonra tabiki hangi dinden olduğum büyük bir meseleydi, önceden Müslümandım, annem kesinlikle beni Katolikliğe yöneltmeye çalışmadı (sadece kiliselere gittik bir kaç kez ve bir dua öğretti) babamın da Müslümanlıkla bayram namazları dışında hep alakası yoktu. Bende kitapsız oldum sonunda zaten (düzgün tabiriyle Deist) =)
Almanya'ya gittiğimde dayımın kızlarıyla Türk arkadaşlarımla oynadığım gibi oynamaya çalıştığımda direk ağlayıp dayımın yanına kaçarlardı, sanırım dokunmanın şiddetini ayarlayamıyordum Türk arkadaşlarım gayet karşılık veriyordu aynı şiddetle ama =)
zaman geçtikçe melez olmam çoğu insan tarafından "vay anasınıı... demek melezsin, istediğin yere gidiyorsundur o zaman Alman pasaportunla,ne güzell!!! İngilizceyi öğrenirkende zorlanmamışsındır sen şimdiii.. of ya çok şanslısın" tepkileri almaya başladım ve ben de bu farklılığımda gurur duymaya başladım.
Bu durum seçtiğim bölümü bile etkiledi bence, kendimi hep çeşitli milletler arasında diyalog sağlamaya çalışan bir insan olarak hayal ettim. Tabi hayalim zaman geçtikçe biraz daha somutlaştı ve STK'lar yoluyla gerçekleştirmek mantıklı gelmeye başladı.
Son olarak çok sevdiğim ve bu konuyla da alakalı olduğuna inandığım şarkının sözlerini paylaşacağım;
Imagine there's no Heaven
It's easy if you try
No hell below us
Above us only sky
Imagine all the people
Living for today

Imagine there's no countries
It isn't hard to do
Nothing to kill or die for
And no religion too
Imagine all the people
Living life in peace

You may say that I'm a dreamer
But I'm not the only one
I hope someday you'll join us
And the world will be as one

Imagine no possessions
I wonder if you can
No need for greed or hunger
A brotherhood of man
Imagine all the people
Sharing all the world

You may say that I'm a dreamer
But I'm not the only one
I hope someday you'll join us
And the world will live as one

Hadi kalın sağlıcakla, kucaklarım hepinizi

28 Haziran 2010 Pazartesi

The Man from Earth - Dünyalı


Merhabalar!!
geçen günlerde izlediğim bir film hakkında yazacağım(tavsiyesi için arkadaşım Umur'a tşk etmeyi borç bilirim), önce wikipedia'dan alıntı özetini geçeyim;
Üniversitede başarılı bir tarih profesörü olan John Oldman (David Lee Smith) ortada hiçbir neden yokken aniden istifa edip gitmeye hazırlanırken, veda etmek için evine gelen meslektaşları ondan bir açıklama yapmasını isterler. Önceleri suskun kalan Oldman hikâyesini anlatmaya başladığında herkesi şoke eder. Anlattığına göre profesör Oldman 14.000 yaşındadır ve bir Cro-Magnon adamı olarak mağarada başlayan yaşamı bugüne kadar süregelmiştir ve bu süre zarfında hiç yaşlanmamıştır. Bulunduğu çevrede yaşlanmadığının farkedilmemesi için de sürekli olarak yer değiştirmesi gerekmektedir. Gece boyunca anlattığı bu hikâyeye meslektaşları inanmazlar ve hikâyesini çürütmek için de sürekli sorular sorarlar, ancak bunu da başaramazlar.
200.000 $ bütçeli bir film çünkü bir oda içinde geçiyor, (biraz da tiyatro havası oluyor bu yüzden) ve aksiyon sahnesi yok.
Bu film beni zaman kavramı hakkında düşünmeye itti, filmin anahtar kelimesi bu zaten. Yaşlandıkça saniye, saat hatta günlerin çok önemi kalmaz yıl-bazlı konuşmaya başlarız. Bunu kendi konuşmalarımda da farkediyorum, bir kaç yıl öncesine kadar spesifik olarak 3. sınıf, 7. sınıfın 2. dönemi derken, artık o yılların hepsi, toptan "ilkokul yılları", bazı anılar gittikçe soluyor sadece seni en çok mutlu eden veya en çok üzen şeyleri hatırlıyorsun. Filmin bir yerinde Edith tongaya düşürmek için "John 1292 yılında neredeydin, ne yapıyordun?" diye soruyor, John "sen geçen sene bu gün ne yapıyordun?" diye cevap veriyor. Bizim yıl kavramımız, John'un 100 hatta belki 1000 yılına denk geliyor, burada da rölativite kavramı işin içine giriyor. Einstein'ın dediği gibi "bir sobanın üstünde geçirilen 1 sn. 1 yıl gibi, güzel bir kadının yanında geçirilen 1 yıl 1 sn. gibi geçer" tabi burada küçük bir nüans farkı da var ki, o zamanın ne kadar güzel geçirilmesiyle alakalı. Bu da ayrı bir şey karıştırmayayım en iyisi =)
İşin özeti izlemenizi tavsiye ederim, farklı bir bakış açısı kazanacağınıza inanıyorum, bizim 'tarz'ımızda yaşamayan insanlar gözünden görmekte güçlük çekeriz dünyayı, ama 'Dünyalı' John bize bunu mükemmel bir anlatımla, tarihi akış içinde öğretiyor...

25 Haziran 2010 Cuma

Türk Müşteri v. Diğerleri


tatilden bezdim sanırım! Şuan okuyan çoğu kişinin yüzünde kızgınlıkla karışık bir hayal kırıklığı bir kafası karışmış bi ne diyor bu densiz ifadesi var biliyorum...
ama yıllardır böyle oluyor, hatta eskiden daha kötüydü.Açıklayayım, annem ve babamla tek ortak tatilimiz şubat ayındaki 2 hafta oluyordu bir de denk gelirse bayram tatilleri (ki bunlardan biri mutlaka şubat tatiliyle birleştirilirdi), nisandan itibaren otel açıldığı için annem ve babam ben tatile girsem bile otelden ayrılamazlardı, bende mecburen otelde kalırdım, zaten arkadaşlarım bize gelmeye bayılırdı o yüzden başka yere de gitmezdik. Otel açıldıktan sonraki mayıs ve haziran ayları işkence gibi gelirdi bana. Okulda klimasız iğrenç bir hava bitmek bilmeyen 40 dakikalar ve tabiki son yazılılar ve evde beni bekleyen havuz deniz kum güneş! Gel de konsantre ol olabilirsen! Tabi bu durum üniversiteye geldikten sonra değişti, artık burayı özlemeye başladım uzakta olunca. Ama geldiğimde gene eski hamam eski tas (ki aslında çok yakınımdakiler o kadarda eski düzende devam etmediğini bilir ama neyse bu başka bir yazımın konusu olsun) abimlerinde burada olması duruma biraz baharat katsa da aynı gibi her şey, çoğu arkadaşım staj yapıyor zaten bu yaz o yüzden görüşemiyoruz bende dört gözle İstanbul'a gideyim de İKSV'de çalışayım diye bakıyorum =)
Bu sene bir kez daha "Türk müşteri v. Dİğerleri" farkını anladım, dün gece otel oturmasından geldikten sonra otelde projeksiyonda Aşk-ı Memnu finalini izleyen çekirdek çitleyen o homo sapiens topluluğuyla karşılaşınca! Aynı şoku 2 sene önce yabancı müşterilerin 0.0 bakışları arasında bağlamasında en yanık türküler eşliğinde çiğ köfte yoğuran Türk topluluğunu gördüğümde yaşamıştım. Ve o sene resepsiyonda çalışıyordum ki karşılaştığım sorular/isteklere inanamazsınız. "benim tuvaletim Cif ile temizlenecek", "bu otelde sadece bir havuz mu var"," gece çorbası içmek için uyandırma alabilir miyiz","biz üç aile geldik yanyana üst kat deniz ve havuz gören oda istiyoruz" (ki bizim odaların hiç biri deniz görmüyor öyle bir problem var =] )
sonra en bombası günlük hayatta işe yarayan "mevkii"lerini bize satmaya çalışmaları, sanki bir oda kiralayınca tüm oteli satın almış oluyorlar gibi of kafalarını duvara sürtesim geliyor ki sormayın!özellikle de çocukları, tamam yavrum görmüşsün havuzu güzel, içine neden s*çıyorsun??!! Zaten boğulmaktan kurtardığım onca çocuktan daha önce bahsetmiştim.Ve şuanda gördüm bilardo masasının üstünde masatenisi oynuyor çocuklar of Tanrım!!

21 Haziran 2010 Pazartesi

İstanbul; büyüksün!


gene yazamadım bir kaç gündür, ama bu sefer gerçekten güzel mazeretlerim mevcut =)
16 haziran akşamı, abimler geldiler sonunda İstanbul'a 1 saatlik bekleyişim, Daum'un gelişi ile şenlendi, bir tabir-i caizse gazeteciler ordusu gelişini bekliyordu bende onların arkasına geçmiş normal şartlar altında beklememin yasak olduğu alanda bekleme yapıyordum ki çıkageldi, aha geliyor geliyor diye içerden uçakla onunla beraber seyahat eden gazeteciler haber vermişlerdi anlaşılan ki, röportaj yapacak genç kızımız kalıp halinde çıkması muhtemel makyajının üstünden bir kez daha fırça darbeleriyle geçti, kamera ışıkları açıldı mikrofon kontrol edildi ve geldi Daum. Açıkçası tam beklediğim gibiydi, "aneeemm, bu ne kadar kısaymış yea" gibi triplerim olmayacak =)
çektiler adamı bir köşeye karısı geride kaldı bavullarını taşıyan adamla birlikte neredeyse 20 dakikaya yakın röportaj yaptılar artık ne sordularsa, belli zaten gönderecekler adamı bu hezimetten sonra, zaten suç çoğunlukla teknik direktörün üstüne yıkılır ülkemde, özellikle "kıl-payı" kaçan şampiyonluklarda ;)
Neyse sonrasında abiler geldi, kız arkadaşı, eski ev arkadaşı ve onun kız arkadaşıyla. metro-hafif raylı yolunu takip ederek Sultanahmet'e vardık otellerine yerleştirdim ve bende kaldığım eve döndüm, ilk gün tarihi yarım ada turu yaptık ki gece yattığımda ağrıdan ayak bileğimi bile oynatamıyordum =) gerçektende "dile" kolay, Aya Sofya, Yerebatan Sarnıcı, Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Nevizade'de balık! pestilim çıktı pestilim! sonraki gün nispeten(!) daha az yorulduk, İstanbullu arkadaşlarımın direktifleri doğrultusunda Heybeli Ada'ya gittik piknik malzemeleri aldık mesire alanında martıların delici bakışları arasında yaptık pikniğimizi, (geçen sene staj yaptığım hayvan ambulansında bir kez martı ihbarına gitmiştik, bu yazdığım bazılarınızın midesini bulandırabilir, bir kanadının altı tamamen kurtlanmıştı ve o kanadın kesilmesi gerekiyordu tabi bu halde 500.000 köpek ve bir o kadar da kedi nüfuslu İstanbul'da yaşama şansı olmayacağını takdir edersiniz ve ellerimin arasında uyutmuştuk o martıyı içim hala acıyor bu yüzden martılara artık hüzümle karışık bir şekilde bakıyorum)
sonra 5tl ye girdiğimiz bir plajımsı yere gittik sadece şezlong ve bir kırık coca-cola şemsiyesi vardı idare ettik bir şekilde. deniz bana soğuk geldi ve girmedim ama abimler bayıldılar, oradan Kadıköy'e gittik, meşhur Çiya'da kebapları afiyetle Götürdük =)
üçüncü gün ise gene hareketliydi, bela paratoneri olan bendeniz gene tüm aksilikleri çekip yanlış bir otobüse binik İstanbul turu yaptım ve buluşmamıza 20 dakika geç kaldım, neyseki benim uysal gezi grubum uslu uslu beklemişler gölgede tam dediğim yerde =)
Dolmabahçe, Ortaköy ve Boğaz Turu'ndan sonra, Taksim'e gittik, İsviçre'de TopShop olmaması itibariyle, abimin kız arkadaşı ve Janine oraya girmek istediler ama çıkmak bilmediler bizde abimle çöktük dükkanın önüne gelen geçenlere baktık, tabi baya Beşiktaşlı gördüm R. Q7'nın gelmesi şerefine, stadı doldurmuştu sevgili taraftarlarım, içimdeki tekrar kombine alma sevdası çoştu umarım benimle gelecek birilerini bulurum =/ SUBjk'de tanıdığım çoğu kişinin mezun olması bunu zorlaştırsa da neyse.. tabi benimkiler merak etti İnönü'nün yanından geçerken tüm bu çoşkunun sebebini, "yeni bir oyuncu aldık onun imza töreni var" demem onlara pek bir şey ifade etmedi sanırım =)
Neyse Top Shopla ilgili yorumlarıma dönecek olursam, bu bahsettiğim iki xx kromozomlu vatandaş içeriden çıkmak bilmediler ve sonuç; 1 adet tişört alınmıştı yalnızca!!! Sanırım ben biraz garip bir xx kromozomluyum, tamam alışverişe asla hayır demem ama 1 saaten fazlası beni yorar direk gözüm bir ÖzSüt bir Mado aramaya başlar, özellikle belli bir yaştan sonra bir insanın ona yakışıp yakışmayacak şeyleri şıp diye gözünden tanıması gerektiğine inanırım. Mesela beni ele alalım, kolları ve uzunluğu (başka kelime bulamadım) yeterince uzun olmayan tişörtleri hayatta almam bilirim yakışmadığını, ya da yün giyemem, direk göbeğim ortaya çıkar ve kaşıntım başlar =) ve bunun gibi bir kaç şey daha, demem odur ki kendimi ve fiziğimi tanırım ona göre bana yakışacak ve yakışmayacak şeyi max. ilk 10 saniye içinde kesin olarak bilirim (bu kadar da iddialıyım). Ki bu dediğimin sürekli alışverişe çıkanlar için daha da hızlı olduğuna inanırım ama genede çoğu xx kromozomlu kıyafetin orasını burasını çekiştirmeden karar veremezler bir türlü. Bir yanda da consumerism (tüketimi özendiricilik) hakkında yaptığım projeden sonra o kadar da ihtiyacım yokken alışveriş yapmak inanılmaz salakça geliyor, her senenin sonunda Sabacının gözünü sevdiğim yurt sistemi sayesinde(!) bu saçmalığın bir kez daha farkına varıyorum. İki bavul ve neredeyse 2 koliye yakın kıyafetim çıkıyor ki içim acıyor. Tabi giymediğim kıyafetleri ya da küçülenleri dağıtıyoruz ama genede kızıyorum kendime.
Neyse bu ayrı bir konu belki sonradan ele alırım yeri geldiğinde ;) Janine'ye camilerde kadın ve erkeklerin ayrı yerlerde dua etmek/namaz kılmak zorunda olması garip gelmiş ve bunu haksızlık olarak gördü, bense yüzümde üzgün bir tebessümle doğu ve güneydoğu anadoludaki durumu anlattım ki gözlerinin her geçen saniye hayretle daha fazla büyümesini seyrettim. maalesef Avrupa'nın bazı yerlerinde yaşayan insanlar gerçektende fildişi kulelerde yaşıyorlar ve doğudaki durum hakkında en ufak bir fikirleri yok. Bu da tabiki İslam'dan korkma onu sadece terörle ilişkilendirme sonucu da olabilir. İçinde olan dinamikleri bilmek bile istemiyorlar ki zaten İsviçre'deki minare krizinin devamı da geliyor. Huntington acaba haklı mı diye düşünmeden edemiyor insan.
Of gene karıştırdım konuları =) neyse son olarak notlarım güzel geldi ve ortalamamı bir 0.05 puan daha arttırabildim ve High Honoured student sınırına biraz daha yaklaştım ama seneye şubatta zaten yurtdışı başvurularımı yapacağım düşünülürse pek de bir önemi olmayacak seneye ilk dönem alacağım notların.
artık çıkıp hazırlanmalıyım, akşam yeni açılan bir yerde kebap yiyecekmişiz yeppaaa!!

15 Haziran 2010 Salı

stk'ya köpürme, iç hesaplaşma, Arter & Robin Hood

sonunda tatil, tabi bu tatil biraz daha farklı diğerlerinden çünkü staj yapacağım ve geçen yaz olduğu gibi dolu dolu geçecek!
3.5 aylık tatilin 1 ayında Barınak Gönüllüleri Derneği'nde hayvan kurtarma ambulansında ve 1.5 ayını Londra'nın iyi okullarında olan LSE'de 2 ders alarak değerlendirdim ve çok şön oldu kanımca =)
ilk kez yurtdışında bu kadar uzun süre kaldım, kendimi "of şurayı da kazıp kazıp bitiremediler define mi arıyor bu devlet" derken bulduğumda gülümsedim ve artık gitme vaktinin geldiğini anladım fazla alışmaya başlamış hatta bunun üst levıl'ı olan şikayet etme evresine girmiştim =)
bir yandan domuz gribi paranoyası diğer yandan alışık olmadığım yağmurlu bir hava ama uyumayan bir şehirdi Londra fırsatım olursa mutlaka tekrar gideceğim.
yazı biraz kopuk oluyor farkındayım idare edin tatil laçkalığı
Dostlarım, hayat zor. Bu iki kelime farklı kombinasyonlarla kimi zaman şairane şekilde yanyana gelmiş ve işin özünde bu anlatılmak istenmiştir. İnsanı bu denli kederlendiren hüzünlendiren kitaplar, şiirler yazıp filmler çekmeye yönelten bu duyguyu mezun olmama bir sene kalmışken daha çok hissediyorum. geçen cuma günü uluslararsı af örgütü ve greenpeace ile görüşmeye gittim. Kariyerimi, girişkenliğim, konuşkanlığım, dil yeteneğim, okumayı araştırmayı analiz etmeyi seven kişiliğim ve bu dünyaya 'yardım' etmek için geldiğime inanmam dolayısıyla STK (sivil toplum kuruluşları) üstüne kurmak istiyorum, tabi eğer akademik yol daha cazip gelmezse.
Özel bir şirkette çalışmanın bana mutluluk vereceğine inanmıyorum, çünküü en nihayetinde tüm çabam patronumun daha fazla para kazanması ile sonuçlanacak, her ne kadar bir işi başarmanın hazzını da yaşayacak olsam. Bu ecstasy tadında bir mutluluk olacak gibime geliyor. Yapı olarak da rahat bir insanım, bu yüzden STK'ların rahat çalışma ortamı beni cezbediyor bunu da itiraf edeyim yeri gelmişken ;)
tabi STK'ların belkide bazılarına 'laçka' gelen ortamının tabiri caizse "down-side"ları var ki bunu geçen cuma tecrübe ettim!
çalışmak için kesinlikle para istemediğimi belirtmeme rağmen çoğu stk'dan maillerime cevap gelmedi. Cevap gelen yerlerden biri Greenpeace'ti fakat 2 3 mailime cevap alamayınca bende kalktım gittim "aa ama Oya Hanım ben size bugüne mi randevu vermiştim?!! stajla ilgilenen X Hanım bugün yokki tühh, siz en iyisi pazartesi günü tekrar gelin" demesin mi!!Amnesty'de de arkadaşımın Seda'nın tabiriyle "causal friday" havası hakimdi, stajla ilgilenen X2 Hanım yerlerinde yoktular, ki zaten önceden mail atmış olmam gerekiyordu geç kalmışım!Çok önceden mail attım ama bana dönmediniz dedim, "evet haklısınız, işte bizimkisi de yoğunluk kem küm ehe ehi..."
gerçekten bazen kavramakta zorlanıyorum, STK işi gerçekten zor ama sizin insan emeği ve gücüne ihtiyacınız var ve bunu teklif eden bir insanın neden böyle hevesini kırıyorsunuz?! Neyse belki HBK'nın dediği gibi Türkiye'de sivil toplum yok! Varsa da kurumsallaşamamış ve bu da bana yansıyor, ve yurtdışı bana göz kırpıyor.Bu flörte karşılık vereceğim bu gidişte her ne kadar başta annem olmak üzere bilimum yakınımdaki insan benim yurtdışına gidip onları 'bırakmamı' hoş karşılamasa da =/
İşte böyle düşünceler var kafamda, üniversite tercihlerimden sonra bu da başka bir yol ayrımı olacak benim için,Türkiye/Avrupa/Amerika/Uzak doğu'da master mı, çalışma hayatı mı? Otele dönmeyi düşünmüyorum şimdilik okuduğum bölümle ve şimdiki kapasitemle tamamen ilgisiz bir meslek turizmcilik.
*neyse iç hesaplaşmalarımla sizi daha fazla yormayıp gittiğim bir sergiden ve filmden bahsedeyim. Vehbi Koç Vakfı Taksim'de Çağdaş Sanat sergisi açmış ki gerçekten görülmeye değer adı Arter. Hatta içerdeyken kameraya çekildim merdiven çıkarken umarım üstümde çok oynamazlar =) özellikle Türk sanatçılar cinsiyet kavramı ve Türk erkeğinin kadın üstündeki baskısına güzel vurgular yapmış, "All you know about Turkish men is real" yazısını yuvarlak oyalarla işleyip bu yazıyı oluşturmuşlar baya başarılı buldum. Bir kaç şekilden şekile sokulmuş kırılmış pianoyu gördüğümde için acımadı değil ama müzik icra etmek nasıl bir sanatsa, bu da başka bir dal, zaten çoğu insanın sanata yeterince değer vermediği düşünürse sanatçıların diğer sanat dallarına değer vermediği bir dünya çekilmez olur kanısındayım. Gidip görün giriş ücretsiz.
*Robin Hood hikayesi/masalı Russel Crow'un başarılı oyunculuğuyla tatmin edici bir şekilde izleyicilerin beğenisine savunmuş. Tek sorunum filmin adıyla, bence Robin Hood- The beginning falan olabilirdi, bkz. Hannibal/ X-Men The beginning.
çünkü RObin Hood olma sürecini izliyoruz filme, bense başka beklentilerle girmiştim, şu zenginden alıp fakire verme hikayesi 1 dakika sürmeyen bir şekilde filmin alakasız bir yerinde gösterilmiş biraz 'çiğ' durmuş. Ama genel olarak feodal İngiltere yapısını sivil savaş atmosferini falan vermiş (her ne kadar Fransız Kralı, "it does not seem to me as a country that is in a civil war situation" desede ;) )
*Yalnız ben yazı(i.e. denizi, havuzu, dondurmayı, oteli...) baya baya özlemişim yav, bu tarihlerde çoktan 734853 kere denize çivileme dalmış yüzlerce metre yüzmüş ve 2 kez hastalık geçirme tehlikesi atlatmıştım, ama gel gör ki abimlerin gelecek olması dolayısıyla sabancı'nın suni ortamından hala kurtulamadım =/
Bob Marley, Could you be loved?'unu dinlemem tabi bu durumuma pozitif bir etki yapmamakta şuanda, neyse.
bir film izleyip kendime geleyim bari, hadin keyifli günler..